Şu dünyadaki insanların hepsinin müşterek
derdi var mıdır diye sorsanız, önce kendime en sert kahvelerimden birini yapıp
en asil fincanımı alırdım dolaptan. Rengi, denese de kırık beyaz olmayı
başaramadığından olsa gerek, devasa bir sinema salonunda yerini arayıp
bulamayan ısrarcı bir seyirci gibi, umduğu değil bulduğu sarımtırak fildişini
andırıyor olurdu muhtemelen. Ne de olsa fildişi, körpecik haliyle acımasızca
uysallaştırılan uzak fil diyarlarındaki eziyeti hatırlatmaz, hatırlatsa bile
insan zihninin kıvrak manevrasında yok-muş gibi yaparak kıdemli meziyetiyle tüm
haksızlıkları anında unuttururdu. Biz de böylece gönül rahatlığıyla koyu bir
sohbetin kuytularına dalardık.
El emeği göz nuru anne çeyizi modasının
yerini bıraktığı seri üretim fincanların getirdiği kolaylık, insanlığa -ne de
olsa böyle ince zanaatlar için çok meşgul- eşya tapınağına sığınmaktan
korunmayı zımnen vaat ediyor gibi. Ancak kendisiyle kurulan köprüler yok
sayıldıkça madde, dantel gibi ilmek ilmek işlenen zaman örgüsüne isyan ederek manasızlıkla
cezalandırıyor bizatihi. Dipsiz bir kuyu gibi içine düşülen bu abesliğin sonu
pek vahim! Evdeyken ağırlanmamış bir misafir, ödenip de faturası kesilmemiş
eski bir makbuz ya da dudaktan kulağa değmemiş yetim bir hikâye gibi
alabildiğine yalnız, kırılgan, savruk ve edilgen... Bu iç karartıcı tehlikenin
gıcırdattığı, alacalı damarlarıyla kestane kabuğuna çalan simetrik meşe
kapıların heybetiyle sarsılıyoruz ilkin. Hemen peşinden fırtınayı getiren
bulutların gölgesinde ıslık çalan rüzgâr, görünmez sürgüleri zoraki olduğu
kadar kendiliğinden aralıyor nihayet. Pervasızca içeri sızan yabancı ışıkların
ve hoş kokuların nazik daveti yumuşatıyor havayı. Ve biz ancak böyle başlıyor
olurduk yargılamadan sorgulayıp iki kelam etmeye.
Fincanlar gibi fikirler de seyrek zamanlarda
okşayıp sevilen nadide bir mücevher gibi, can isteyince görücüye çıkmışçasına
göstere göstere konuşulup istemeyince kitapların güvenli limanına emanet
edildiğinde gönül koyar sahibine. Unutulduğu kadar kendini unutturur. Kandan
olmasa candan, eylemden olmasa fikirden, çoktan olmasa mutlaka azdan başlar her
şey oysa. Ya talihsizlik çukurunda yuvarlanan bir kartopu gibi, hızlandıkça
büyüyen başlayamama sorununa ne demeli? Kişinin kendisi midir başlayamayan,
yoksa nefsi ve külli engelleri başına musallat eden dış güçler midir ona
çelme takan?
Hangi kültürün bağrından kopup gelirsek gelelim,
ister dünyayı dolaşalım ister çay kaşığını okyanus sanalım ister hayallerimiz
arzı aşsın ister yerdeki çakıl taşına takılsın, hepimizin ortak tek bir derdi
var şu dünyada: Kimlik. Bir şeye ait olmak ya da ol-a-mamak. İçine
doğulan ama seçilmeyen ailelerde, seçilse bile yıldan yıla değişip evrilen
ilişkilerde, farklı kelime düzeninde fikir yürütmenin öğrenildiği bilumum
yabancı dillerde, çalışırken mesainin unutulduğu haz dolu işlerde, kalbin ve
beynin kıvrımlı yollarında dolaşırken iç gıdıklayan soruların anaforunda…
Hasılı, kâinatın geometrik düzenine zıt düşen tüm isyanlarda, insanoğlu ve
insankızlarının aradığı en müşterek dert bu: Kimlik!
Oysa aidiyet sığınılacak bir liman aramaya
benzer çoğu defa. Uzandığın kıyı, altın kumlu cam göbeği mercanlı en göz alıcı
sahil olsa bile liman limandır. Karayı bir taş işçisi gibi fiyortlarıyla dele
dele kendini uzatır belki; yine de kıyı tektir ve kucaklamaz dünyayı. O sadece
kendine sığınan sadık gezginini bağrına basar. Sadece kendi sahilinde huzur
bulana mırıldanır şefkatli dalgalarının ninnisini. Başkasına konuşmaz,
başkasına sevdirmez kendini. Öyleyse nasıl değişir insan? Nasıl dönüşür ve
dönüştürür yeryüzünü demir aldığı sığ bir kıyının kenarından?
İnsan ki eşref-i mahluktur, tercihine göre
hazır üretim kimlikleri kabullenebilir, pasaklı olanları reddedip üstüne daha
iyi oturanı arayabilir ya da kendine yepyeni bir kimlik de biçebilir. Araf’taki
insanı kendine kavuşturur bir bakıma. Eğer kimlik denilen mefhum, sahibini
başkalarından ayırıp potansiyel benliğiyle dünyada var ettiren şeyse, gelmiş
geçmiş insan kadar kimlik oluşturulabilmek mümkün denebilir. Ancak bir ihtimal
daha var ki o hep kimsesizliğe terk edilir. Belki ihtimalinden korkulur. Yok
sayılır. Önemsiz bir dipnot gibi zihin çekmecelerinde unutulur gider. O da
insanın her an üstüne yapışmış yekpare bir kimliğe mecbur olmadığı gerçeği. Yaşanmış
anlar kadar göçebe, günün yirmi dört saatinde atomik parçaların oluşturduğu
kombinasyonlar kadar namütenahi. Aslında hiç kimse hususi bir kimliğe mecbur
değil. Günlük hayata bakılan pencerenin, iş nesnelere yaklaşmaya geldiğinde
yerini en fıtri haliyle miyop optiklere bırakması gibi, akıştaki anların,
medcezirli duyguların ve en körüklü isyanların her biri ayrı bir kimlik olsa
gerek. Zira hep aynı limandan manayı seyre dalmak, kâinatın özünü aramaya engel
olur; sinsice, sevgi damarından girerek, ben senin kalbine bilmediğinden daha
yakınım diyerek…
Sadece manayı aramakla tatmin olan insanın bu
çıkmazı ne kadar da hüzünlü! Neden ihtiyacı olanı bildiği halde çapasını
çekmekten korkar demir attığı yerden? Buna konfor alanı deniyor en özet
haliyle. Beynin önlü arkalı loblarının oyununa gelip yeniliğe olan arzusunu
gevşettiği anda eskiyle mühürleniyor aktif nöronları. Alışkanlığın yumuşak
kucağında, yeni oyuncaklarından çarçabuk sıkılan şımarık bir çocuk gibi, daha
konforlu olanı arıyor mütemadiyen. İnsan, konformizm çukuruna bir defa
düşmeyegörsün; insanüstü irade koymadan en birinci fanatiği oluveriyor kendi
doğrularının. Oysa alışkanlık dediğin, hayatın gayesine giden yolda yoldaşlık
eden birtakım tutarlı sürekliliklerden başka nedir ki?
Düşünce tarihi, yüzyıllardır meşgul olmuş bu
meseleyle. Sözgelimi, ünlü davranış bilimcilerinden Jason Hreha, “çevremizde
tekrarlanan sorunların güvenilir çözümleri” olarak tanımlar alışkanlığı.
Oluşurken bunların ne olduğunu pek kimse fark etmez. Nitekim bunlar, en basit
ifadeyle, sıradan sorunlara bulduğumuz en uygun çözümlerden ibarettir. Sabah
kahve makinesinin düğmesine basarak iş başına oturmak, duş almadan bir türlü
uyuyamamak, yemeği evde kadının pişirmesini beklerken restoranda erkek aşçıları
yeğlemek, sıkılınca kanal boyu yürüyüp koşmak, dışarı çıkarken şapka değil de
eşarp takmak… Sorun şu ki, insanoğlu ve insankızları, alışkanlıkların sıcak
bağrında basit ritüelleri gerçekliğe tercih eder; eylemlerle mananın hakiki
yerini değiştirir ve zaman içinde kendi dünyasının kutsal tapınağının önüne taştan
kaleler örerler. Taşların ağırlığını gördükçe, onları değiştirip genişletmek
yerine üstüne inşa etmeye devam ederler. Nihayet fildişi kulesinin üstüne
eriştiklerinde, kâinata olduğu kadar kendilerine de “öz”den uzakta, yalnız bir
olağanüstülükte bakarak arayışı kaybederler. Ta ki fark edene kadar.
Bu noktada can alıcı basit bir soruyla sarsılır
insan. Alışkanlıklar, değerler, dogmalar, ritüeller topyekûn mü terk edilmeli
şu hayatta, yoksa bir başka yol daha var mıdır hakikat yolunda değişimi bir
ihtimal mümkün kılan?