feyza yılmaz feyza yılmaz

Kimlikperest-1

Şu dünyadaki insanların hepsinin müşterek derdi var mıdır diye sorsanız, önce kendime en sert kahvelerimden birini yapıp en asil fincanımı alırdım dolaptan. Rengi, denese de kırık beyaz olmayı başaramadığından olsa gerek, devasa bir sinema salonunda yerini arayıp bulamayan ısrarcı bir seyirci gibi, umduğu değil bulduğu sarımtırak fildişini andırıyor olurdu muhtemelen. Ne de olsa fildişi, körpecik haliyle acımasızca uysallaştırılan uzak fil diyarlarındaki eziyeti hatırlatmaz, hatırlatsa bile insan zihninin kıvrak manevrasında yok-muş gibi yaparak kıdemli meziyetiyle tüm haksızlıkları anında unuttururdu. Biz de böylece gönül rahatlığıyla koyu bir sohbetin kuytularına dalardık.

El emeği göz nuru anne çeyizi modasının yerini bıraktığı seri üretim fincanların getirdiği kolaylık, insanlığa -ne de olsa böyle ince zanaatlar için çok meşgul- eşya tapınağına sığınmaktan korunmayı zımnen vaat ediyor gibi. Ancak kendisiyle kurulan köprüler yok sayıldıkça madde, dantel gibi ilmek ilmek işlenen zaman örgüsüne isyan ederek manasızlıkla cezalandırıyor bizatihi. Dipsiz bir kuyu gibi içine düşülen bu abesliğin sonu pek vahim! Evdeyken ağırlanmamış bir misafir, ödenip de faturası kesilmemiş eski bir makbuz ya da dudaktan kulağa değmemiş yetim bir hikâye gibi alabildiğine yalnız, kırılgan, savruk ve edilgen... Bu iç karartıcı tehlikenin gıcırdattığı, alacalı damarlarıyla kestane kabuğuna çalan simetrik meşe kapıların heybetiyle sarsılıyoruz ilkin. Hemen peşinden fırtınayı getiren bulutların gölgesinde ıslık çalan rüzgâr, görünmez sürgüleri zoraki olduğu kadar kendiliğinden aralıyor nihayet. Pervasızca içeri sızan yabancı ışıkların ve hoş kokuların nazik daveti yumuşatıyor havayı. Ve biz ancak böyle başlıyor olurduk yargılamadan sorgulayıp iki kelam etmeye.

Fincanlar gibi fikirler de seyrek zamanlarda okşayıp sevilen nadide bir mücevher gibi, can isteyince görücüye çıkmışçasına göstere göstere konuşulup istemeyince kitapların güvenli limanına emanet edildiğinde gönül koyar sahibine. Unutulduğu kadar kendini unutturur. Kandan olmasa candan, eylemden olmasa fikirden, çoktan olmasa mutlaka azdan başlar her şey oysa. Ya talihsizlik çukurunda yuvarlanan bir kartopu gibi, hızlandıkça büyüyen başlayamama sorununa ne demeli? Kişinin kendisi midir başlayamayan, yoksa nefsi ve külli engelleri başına musallat eden dış güçler midir ona çelme takan?

Hangi kültürün bağrından kopup gelirsek gelelim, ister dünyayı dolaşalım ister çay kaşığını okyanus sanalım ister hayallerimiz arzı aşsın ister yerdeki çakıl taşına takılsın, hepimizin ortak tek bir derdi var şu dünyada: Kimlik. Bir şeye ait olmak ya da ol-a-mamak. İçine doğulan ama seçilmeyen ailelerde, seçilse bile yıldan yıla değişip evrilen ilişkilerde, farklı kelime düzeninde fikir yürütmenin öğrenildiği bilumum yabancı dillerde, çalışırken mesainin unutulduğu haz dolu işlerde, kalbin ve beynin kıvrımlı yollarında dolaşırken iç gıdıklayan soruların anaforunda… Hasılı, kâinatın geometrik düzenine zıt düşen tüm isyanlarda, insanoğlu ve insankızlarının aradığı en müşterek dert bu: Kimlik!

Oysa aidiyet sığınılacak bir liman aramaya benzer çoğu defa. Uzandığın kıyı, altın kumlu cam göbeği mercanlı en göz alıcı sahil olsa bile liman limandır. Karayı bir taş işçisi gibi fiyortlarıyla dele dele kendini uzatır belki; yine de kıyı tektir ve kucaklamaz dünyayı. O sadece kendine sığınan sadık gezginini bağrına basar. Sadece kendi sahilinde huzur bulana mırıldanır şefkatli dalgalarının ninnisini. Başkasına konuşmaz, başkasına sevdirmez kendini. Öyleyse nasıl değişir insan? Nasıl dönüşür ve dönüştürür yeryüzünü demir aldığı sığ bir kıyının kenarından?

İnsan ki eşref-i mahluktur, tercihine göre hazır üretim kimlikleri kabullenebilir, pasaklı olanları reddedip üstüne daha iyi oturanı arayabilir ya da kendine yepyeni bir kimlik de biçebilir. Araf’taki insanı kendine kavuşturur bir bakıma. Eğer kimlik denilen mefhum, sahibini başkalarından ayırıp potansiyel benliğiyle dünyada var ettiren şeyse, gelmiş geçmiş insan kadar kimlik oluşturulabilmek mümkün denebilir. Ancak bir ihtimal daha var ki o hep kimsesizliğe terk edilir. Belki ihtimalinden korkulur. Yok sayılır. Önemsiz bir dipnot gibi zihin çekmecelerinde unutulur gider. O da insanın her an üstüne yapışmış yekpare bir kimliğe mecbur olmadığı gerçeği. Yaşanmış anlar kadar göçebe, günün yirmi dört saatinde atomik parçaların oluşturduğu kombinasyonlar kadar namütenahi. Aslında hiç kimse hususi bir kimliğe mecbur değil. Günlük hayata bakılan pencerenin, iş nesnelere yaklaşmaya geldiğinde yerini en fıtri haliyle miyop optiklere bırakması gibi, akıştaki anların, medcezirli duyguların ve en körüklü isyanların her biri ayrı bir kimlik olsa gerek. Zira hep aynı limandan manayı seyre dalmak, kâinatın özünü aramaya engel olur; sinsice, sevgi damarından girerek, ben senin kalbine bilmediğinden daha yakınım diyerek…

Sadece manayı aramakla tatmin olan insanın bu çıkmazı ne kadar da hüzünlü! Neden ihtiyacı olanı bildiği halde çapasını çekmekten korkar demir attığı yerden? Buna konfor alanı deniyor en özet haliyle. Beynin önlü arkalı loblarının oyununa gelip yeniliğe olan arzusunu gevşettiği anda eskiyle mühürleniyor aktif nöronları. Alışkanlığın yumuşak kucağında, yeni oyuncaklarından çarçabuk sıkılan şımarık bir çocuk gibi, daha konforlu olanı arıyor mütemadiyen. İnsan, konformizm çukuruna bir defa düşmeyegörsün; insanüstü irade koymadan en birinci fanatiği oluveriyor kendi doğrularının. Oysa alışkanlık dediğin, hayatın gayesine giden yolda yoldaşlık eden birtakım tutarlı sürekliliklerden başka nedir ki?

Düşünce tarihi, yüzyıllardır meşgul olmuş bu meseleyle. Sözgelimi, ünlü davranış bilimcilerinden Jason Hreha, “çevremizde tekrarlanan sorunların güvenilir çözümleri” olarak tanımlar alışkanlığı. Oluşurken bunların ne olduğunu pek kimse fark etmez. Nitekim bunlar, en basit ifadeyle, sıradan sorunlara bulduğumuz en uygun çözümlerden ibarettir. Sabah kahve makinesinin düğmesine basarak iş başına oturmak, duş almadan bir türlü uyuyamamak, yemeği evde kadının pişirmesini beklerken restoranda erkek aşçıları yeğlemek, sıkılınca kanal boyu yürüyüp koşmak, dışarı çıkarken şapka değil de eşarp takmak… Sorun şu ki, insanoğlu ve insankızları, alışkanlıkların sıcak bağrında basit ritüelleri gerçekliğe tercih eder; eylemlerle mananın hakiki yerini değiştirir ve zaman içinde kendi dünyasının kutsal tapınağının önüne taştan kaleler örerler. Taşların ağırlığını gördükçe, onları değiştirip genişletmek yerine üstüne inşa etmeye devam ederler. Nihayet fildişi kulesinin üstüne eriştiklerinde, kâinata olduğu kadar kendilerine de “öz”den uzakta, yalnız bir olağanüstülükte bakarak arayışı kaybederler. Ta ki fark edene kadar.

Bu noktada can alıcı basit bir soruyla sarsılır insan. Alışkanlıklar, değerler, dogmalar, ritüeller topyekûn mü terk edilmeli şu hayatta, yoksa bir başka yol daha var mıdır hakikat yolunda değişimi bir ihtimal mümkün kılan? 

devamını oku