Farklı zamanların
çocukları dede ve torun.
Dede, yılların adamı... 70’lik... Yaşının ve hürmet
görüyor olmanın verdiği özgüvenle otoriter biri. Otoriter dediysem öyle huysuz,
nemrut suratlı, zulüm saçan, alikıran baş kesen biri değil. Tarzında, etrafındaki
herkesin müdahalesine açık olmama hali var, hepsi o. Kendi halinde, kendine otoriter
yani.
Eller, yıların
emeğinden nasırlı. Saçı sakalı elbette kıranta. Çakır gözlerinin feri eskisi kadar ateşin değil. Beli bükülmemiş
olsa da hareketleri yavaş, adımları temkinli. Neşesi yerinde ekseriyetle. Bir
türlü, emekli olmayı başaramayanlardan. Hep bir gerekçesi var çalışmak için: evin
çatısı, bahçenin fıraktısı, peyin taşı…
Torun, minik kız… Ailenin son katılımcısı, en yeni, en küçük…
Nazım’ın
“bir kızı olmanın insanın:
canıyla canlandığın, varlığıyla anlamlandığın.
bir kızı olmalı insanın:
‘dünya bir yana, kızım bir yana’ diyebildiğin.”
dizelerine muhatap! Nazlı, niyazlı,
mutlu bir çocuk. Bir çiçek! Lepiska
saçlarına papatya taçlar, gülden tokalar tutturur hep.
İki elin parmaklarına
bile ulaşmamış yaşı. Akıllı ve bilmiş. İki yıldır mektepli. Ama okuldan eve
gelemeyecek kadar mütereddit. Aslında tereddüdü olan sadece o değil. Anne baba
da öyle. Haklılar da. Zira güven ortamının kalmadığı bir devrin yaşayanı onlar.
Küçük de olunca ailenin koruma refleksleri daha da belirgin tabii olarak.
Her gün önce bizim
minik kız okuluna götürülür. Onun okuldan çıkış saatine kadar ne yapılacaksa
yapılır, zati ve ailevi ihtiyaçlar giderilir, sosyalleşilir. Hastaneye dahi gitme
işi onun okula gidişinden sonraya bırakılır. O okuldan çıkmadan da tüm işler
bitirilir. Zaten ebeveynlerin belli bir dönem her bir günü tanzim edişleri evlatlarının
mesaisine (!) göre değil midir? O uyuduğunda uyur, o kalkmadan kalkar, o
doyunca doyar, o gülünce güler anne babalar.
Bir gün, bir vesile
minik kızı anne, babası almaya gidemez. Rica edilir ve dede gider torununu
almaya okula. Torunun okul çıkışına emektar kırmızı kamyonetle gidilmiştir. Bahçe
kapısında heyecanla çalmasını beklediği zilin sesini duyar dede. Dikkatle bakar
etrafa, bahçeden sökün eden yumurcaklar arasında torununu kaçırmak istemez. Nihayet
dede torun buluşur. Sarılmacalar, öpücükler…
Miniğin yorgun
olacağını düşünerek emektar kırmızı kamyonetini torununun emrine hazır etmiştir
dede. Torpidonun tozunu almış, içeriye kolonya bile fısfıslamıştır. Fakat torun
farklı bir istekte bulunur. Der ki “Dede, ben yürümek istiyorum.” Torun nazdır,
niyazdır ve canıyla canlandığın bir kız evlattır. Miniğin yürüyerek gitme
talebine itiraz edemez dede.
Ee peki ne olacak
şimdi: Bir tarafta araba bir tarafta yürümek isteyen torun. Emektara “Biz
yürüyelim sen arkamızdan gel.” denilemeyeceğine -denilse de karşılığı
olmayacağına- göre nasıl gidilecek eve? Şöyle gidilir: Torun önde, dede kırmızı
kamyonetiyle arkada...
8 yaşındaki torun,
ordu kumandanı gibi önde yürüyor, 70’lik dede ardında onun emrine musahhar...
Minik kız, bir bahar günü ikindi güneşine çıkmış nazenin, tıngır mıngır, salına
salına yürürken dede vesaitiyle onun peşinde. Muhafız mı desek yaver mi? Torun
melik, dede memlük! Torun, ara ara geriye dönüp bakar bir taraftan. Her göz
göze gelişi bir tebessümleşme tamamlar. Bir çift gözün nazarının güveniyle bir
süre yürür minik kız. Az sonra yorulur naz diyarının ecesi küçük torun. Geriye
döner, sağ elini baş hizasında havaya kaldırır, avuç içi kırmızı kamyonete
dönüktür ve “dur” der dedesinin emektarına. Emektar durmuştur. Dede ardından
çalınan kornalara, homurdanmalara aldırış etmeksizin aracından iner torununun
kapısını açar, saatler önce onun için hazırladığı limon kokulu aracına
bindirir. Kendisi de koltuğuna oturur. Yakın gözlüğünü koyduğu yaka cebinden
diş kirası niyetine en sevdiği gofreti ikram eder torununa. Ve minik kızın istediği
gibi süren on beş dakikalık küçük seyahat neşeyle sonlanır.
O kocaman adamı, miniğin
emrine amade kılan nedir, nedir bu çocuğu güçlü yapan?
Acziyeti,
güçsüzlüğü... Hep öyle değil midir zaten? Saatlerce sürünse bir arşın
mesafe kat edemeyen sünepe elma kurduna meyvenin en güzel, en tatlı yeri hazır
edilir. Günlerce sefa sürer elmanın göbeğinde.
Yeni doğmuş bir bebeği
düşünün: Konuşamaz, derdini dile getiremez, ağrıyan yanını anlatamaz. Fakr-u
zaruretin zirvesini yaşaması olağan olan bebek, tek sesiyle anne ve babasını
ayağa kaldırır, ağlasa telaşı artırır, işi abartıp vaveyla eylese komşuyu dahi
emrine hazır eder. Nitekim muhakemesi, zihni melekeleri henüz gelişmemiş o
yavru, besin değeri çok yüksek ve sadece onun istihkakı olan anne sütüyle beslenir.
Vücudundan attığı ifrazatı -sosyal hayatta statüleri, kıymetleri, kazançları ne
olursa olsun- anne ve babaya temizletir. Gazını çıkartmadan sofraya oturulup
keyifle yemek yenmesine müsaade etmez.
Kimdir bu işlerin
faili? Elma kurdu, bebe, torun... Gücü nerden alırlar da bu kadar etkilidirler
imkanlar üzerinde?
Cevap veriyorum: Tek istinatgâhları güçsüzlükleridir.