muzaffer uzunoğlu muzaffer uzunoğlu

Dede, Torun ve Kırmızı Kamyonet

Farklı zamanların çocukları dede ve torun.

 

Dede, yılların adamı... 70’lik... Yaşının ve hürmet görüyor olmanın verdiği özgüvenle otoriter biri. Otoriter dediysem öyle huysuz, nemrut suratlı, zulüm saçan, alikıran baş kesen biri değil. Tarzında, etrafındaki herkesin müdahalesine açık olmama hali var, hepsi o. Kendi halinde, kendine otoriter yani.

Eller, yıların emeğinden nasırlı. Saçı sakalı elbette kıranta. Çakır gözlerinin feri eskisi kadar ateşin değil. Beli bükülmemiş olsa da hareketleri yavaş, adımları temkinli. Neşesi yerinde ekseriyetle. Bir türlü, emekli olmayı başaramayanlardan. Hep bir gerekçesi var çalışmak için: evin çatısı, bahçenin fıraktısı, peyin taşı…

 

Torun, minik kız… Ailenin son katılımcısı, en yeni, en küçük…

Nazım’ın

           “bir kızı olmanın insanın:

canıyla canlandığın, varlığıyla anlamlandığın.

bir kızı olmalı insanın:

‘dünya bir yana, kızım bir yana’ diyebildiğin.” dizelerine muhatap!  Nazlı, niyazlı, mutlu bir çocuk. Bir çiçek! Lepiska saçlarına papatya taçlar, gülden tokalar tutturur hep.

İki elin parmaklarına bile ulaşmamış yaşı. Akıllı ve bilmiş. İki yıldır mektepli. Ama okuldan eve gelemeyecek kadar mütereddit. Aslında tereddüdü olan sadece o değil. Anne baba da öyle. Haklılar da. Zira güven ortamının kalmadığı bir devrin yaşayanı onlar. Küçük de olunca ailenin koruma refleksleri daha da belirgin tabii olarak.

 

Her gün önce bizim minik kız okuluna götürülür. Onun okuldan çıkış saatine kadar ne yapılacaksa yapılır, zati ve ailevi ihtiyaçlar giderilir, sosyalleşilir. Hastaneye dahi gitme işi onun okula gidişinden sonraya bırakılır. O okuldan çıkmadan da tüm işler bitirilir. Zaten ebeveynlerin belli bir dönem her bir günü tanzim edişleri evlatlarının mesaisine (!) göre değil midir? O uyuduğunda uyur, o kalkmadan kalkar, o doyunca doyar, o gülünce güler anne babalar.

 

Bir gün, bir vesile minik kızı anne, babası almaya gidemez. Rica edilir ve dede gider torununu almaya okula. Torunun okul çıkışına emektar kırmızı kamyonetle gidilmiştir. Bahçe kapısında heyecanla çalmasını beklediği zilin sesini duyar dede. Dikkatle bakar etrafa, bahçeden sökün eden yumurcaklar arasında torununu kaçırmak istemez. Nihayet dede torun buluşur. Sarılmacalar, öpücükler…

 

Miniğin yorgun olacağını düşünerek emektar kırmızı kamyonetini torununun emrine hazır etmiştir dede. Torpidonun tozunu almış, içeriye kolonya bile fısfıslamıştır. Fakat torun farklı bir istekte bulunur. Der ki “Dede, ben yürümek istiyorum.” Torun nazdır, niyazdır ve canıyla canlandığın bir kız evlattır. Miniğin yürüyerek gitme talebine itiraz edemez dede.

 

Ee peki ne olacak şimdi: Bir tarafta araba bir tarafta yürümek isteyen torun. Emektara “Biz yürüyelim sen arkamızdan gel.” denilemeyeceğine -denilse de karşılığı olmayacağına- göre nasıl gidilecek eve? Şöyle gidilir: Torun önde, dede kırmızı kamyonetiyle arkada...

8 yaşındaki torun, ordu kumandanı gibi önde yürüyor, 70’lik dede ardında onun emrine musahhar... Minik kız, bir bahar günü ikindi güneşine çıkmış nazenin, tıngır mıngır, salına salına yürürken dede vesaitiyle onun peşinde. Muhafız mı desek yaver mi? Torun melik, dede memlük! Torun, ara ara geriye dönüp bakar bir taraftan. Her göz göze gelişi bir tebessümleşme tamamlar. Bir çift gözün nazarının güveniyle bir süre yürür minik kız. Az sonra yorulur naz diyarının ecesi küçük torun. Geriye döner, sağ elini baş hizasında havaya kaldırır, avuç içi kırmızı kamyonete dönüktür ve “dur” der dedesinin emektarına. Emektar durmuştur. Dede ardından çalınan kornalara, homurdanmalara aldırış etmeksizin aracından iner torununun kapısını açar, saatler önce onun için hazırladığı limon kokulu aracına bindirir. Kendisi de koltuğuna oturur. Yakın gözlüğünü koyduğu yaka cebinden diş kirası niyetine en sevdiği gofreti ikram eder torununa. Ve minik kızın istediği gibi süren on beş dakikalık küçük seyahat neşeyle sonlanır.

 

O kocaman adamı, miniğin emrine amade kılan nedir, nedir bu çocuğu güçlü yapan?

Acziyeti, güçsüzlüğü... Hep öyle değil midir zaten? Saatlerce sürünse bir arşın mesafe kat edemeyen sünepe elma kurduna meyvenin en güzel, en tatlı yeri hazır edilir. Günlerce sefa sürer elmanın göbeğinde. 

 

Yeni doğmuş bir bebeği düşünün: Konuşamaz, derdini dile getiremez, ağrıyan yanını anlatamaz. Fakr-u zaruretin zirvesini yaşaması olağan olan bebek, tek sesiyle anne ve babasını ayağa kaldırır, ağlasa telaşı artırır, işi abartıp vaveyla eylese komşuyu dahi emrine hazır eder. Nitekim muhakemesi, zihni melekeleri henüz gelişmemiş o yavru, besin değeri çok yüksek ve sadece onun istihkakı olan anne sütüyle beslenir. Vücudundan attığı ifrazatı -sosyal hayatta statüleri, kıymetleri, kazançları ne olursa olsun- anne ve babaya temizletir. Gazını çıkartmadan sofraya oturulup keyifle yemek yenmesine müsaade etmez. 

 

Kimdir bu işlerin faili? Elma kurdu, bebe, torun... Gücü nerden alırlar da bu kadar etkilidirler imkanlar üzerinde?

 

Cevap veriyorum: Tek istinatgâhları güçsüzlükleridir. 

devamını oku