sevil sena sevil sena

Aşk ve Ölüm

“Aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi, gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir.”

                                                                                                                                             M. Proust

 Ne muazzam bir betimleme diye düşünmüştüm bu yazıyı ilk okuduğumda. Sanki günlerdir, haftalardır, aylardır, hatta yıllardır kelimelere dökemediğim düşüncelerim karşımda duruyordu. Hislerime tercüman olmuş satırların yarattığı heyecan ile eş zamanlı olarak Sezen’in:

“Kimse kimseyi çözemez,

O kadar derine inemez,

Ya karşılaşırsa kendiyle,

Bu kazıyı göze alamaz,”

dizeleri çalmaya başladı zihnimde. İlk dinlediğimde de okuduğum satırlara duyduğum heyecan sarmıştı kalbimi. Aşkın da ölümün de bahsedilenlerden çok daha ayrı olduğunu düşünüyorum, güzelliğini idrak edemeyeceğimiz kadar başka.

Süregelmiş söylentilerde genelde insanın bir kez aşık olabileceğini, diğerlerinin ya bir arayış ya da bir kaçış olduğu ileri sürülür. Sabahattin Ali de diyor ya: “Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?”. Bu sözden yola çıkarak aşk ile ölüm arasında bir benzerlik daha ileri sürüyorum. İkisi de insan ömründe yalnızca bir kez yaşanır. Aşk başlangıçtır, ölüm ise bitiş, diye düşünebiliriz ama başlangıcının aşk olduğu hiçbir şeyin fani olabileceğine inanmıyorum. Bu satırları okurken farklı kanaatleriniz olabilir ama bunun sebebi “aşk” a yüklenen anlamların da farklı olmasıdır.

Birisi ruhun uyanışıdır, madde değil manadır ve manen değeri olan bir şey de maddenin can vermesi ile son bulmaz, bulamaz. Birisi ruhun uyanışı ise diğeri ruhu ait olduğu yere, sonsuzluğa ulaştıran araçtır. İkisinin de gerçekliğini kavrayamadığımız doğrudur ki zaten kavramış olsak hakkında yazılan bunca şiir, şarkı ve kitap var olmazdı. İnsanlar tarafından kavranılmaması da aşk ve ölümün gerçekliğine kanıttır. Bir o kadar da kuvvetli olan bu iki gerçeğin anlaşılsa bile herkes tarafından kaldırılabilecek bir şey olmadığını kanaatindeyim.

Ruhun uyanışı demiştim yani özümüzün, kalbimizin sesinin ortaya çıkması ve bir hayli karışıklığa sebep olması. İnsanın yüreğinin sesini duyması için aşkı mı tatması gerekir? Ben içimizde uyanan aşkın bir duygudan çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Belki bir insanın sebep olduğu ama kaynağının kesinlikle kendisi olmadığı bir halden bahsediyorum çünkü o duyguyu bir kez tattığın zaman sebep olan bırakıp gitse dahi o sizi bırakmıyor. Nasıl bıraksın ki? Bir kez uyanmış bir ruhun tedavisi yoktur. Tabi her aşkı tadanın ruhu uyanıyor mu orası da muamma fakat farkına varmak istemeyenlerin olduğunu biliyorum. Benliklerini keşfetmeye hazır olmayanlar veya kendileriyle yüzleşmeye cesareti olmayanlar… Bu küçümsenecek bir durum değil çünkü insanın ömrü boyunca kişiliği, karakteri olarak tanımladığı özelliklerini ve değerlerini, nereden geldiği belli olmayan bir duygu yüzünden değiştirmeye göze alması veya kişiliğinin sırrını derinlemesine sorgulaması belki de bir çok bedel değişimlerin başlangıcıdır. Ve mühim olan yalnızca bir sevgiye sahip olmak değil onun getirilerini de kabullenmektir.

Bir insan sahip olduğu duyguların gücünden ürkebilir, içinde verdiği savaşlara mağlup da olabilir ama ne kadar başarısız olursa olsun veya öyle gözüksün, hissettiğini yalanlayamaz. Ölümü reddedebilir misin? Senin fikrin sorulmadan, müsaaden istenmeden, uğruna her şeyi feda edebileceğin bir canın alınacağına nasıl müdahale edemiyorsan aşkı da öyle reddedemezsin veya kimseyi sorumlu tutamazsın. Burada bahsettiğim iki insan arasında olan bir ilişkiden hayli uzak bir mesele. Biri mana iken diğeri madde. Ucu fazlasıyla açık bir konu olduğundan dilediğim gibi ilerleyemiyorum ama anlatmak istediğim şey insanın kendisini tanıması ve bilmesinden neden bu denli çekindiği veya duygusunun gerçekliğinden emin olmasına rağmen inkar etmekten vazgeçemeyişi. Konfor alanından çıkmak diyebiliriz; alışkanlıklarından, tanımlanmışlıklardan sıyrılıp ne bir iz ne de bir yol bildiğin kapkara bir ormana bırakılmak gibi… Aklı olan bu duruma düşmez değil mi ama akıl işliyor olsa zaten ne aşk mümkün ne ölüm. Velhasıl ikisi de bu dünya için fazla saf ve güzel.

devamını oku