“Bir şehrin
şekli bir faninin kalbinden daha çabuk değişiyor.” (Baudelaire)
İnsan önce göçebeydi. Evi yüreğindeydi, yuvasını kuşlar
gibi istediği mekâna kurar sonra da bir başka mekâna taşınırdı.
Kâinatın doğal güzelliğini ruhunun özgürlüğü ölçüsünde
kullandıkça insanoğlu bu hazzı olabildiğince tattı. Onun için yeryüzü bir otağ,
gökyüzü bir kubbe idi. Keskin doğa
şartlarının acımasızlığına karşı bir o kadar da mutluydular. Daha sonraları oradan
oraya koşuşturmaktan yorulan bedenlerinin sesini dinleyerek suların en güzel
çağladığı, göğün en mavisinin olduğu
yerlere köyler kurarak yerleşik yurt edindiler. Bağlar bahçeler edinip toprağın
üzerinde sınırlar çizildikçe sahiplenme duygusuyla beraber mal mülk edinme
yarışları da artık çoktan başlamıştı.
Tabiata ait doğal seslerin eşliğinde doğal koşullarda çalışmaktan
elleri nasır bağlasa da her şeye rağmen toprağı işleyerek hayatı güzelleştirmenin
mutluluğu vardı yüzlerinde. Ne zaman ki bu güzelliği nefsinin özgürlüğü
ölçüsünde kullanmaya başladılar o zaman sosyal hayattaki karmaşa da başlamış
oluyordu.
Toplu olarak daha iyi şartlar altında yaşayabilme
arzusuyla bu defa köyden kente doğru göçler başladı. Müstakil evlerde süren ferdi yaşam tarzından
ziyade, artan nüfusa oranla mevcut arazilerden daha çok faydalanmak adına
apartmanlarda yaşamanın sosyal getirisi kaçınılmaz olmuştu. Buna ekonomik
sıkıntılar da eklenince daha cazip imkânların var oluşu haliyle toplumları şehir
hayatına sürüklemekteydi.
Köyden kente yapılan bu plansız göçlerin önü alınamayınca
kontrolsüz yığılmalar meydana geldi. Kolaylığa ve modernliğe talip oldukça bu
defa kendi öz yaşantılarından ödün vermeye başladılar. Hayatımıza giren her bir
yeniliği farkında olmadan adeta eski bir değerimizle satın alıyorduk. Şehirlerdeki sanayileşme ile birlikte önce
doğal güzelliklerimiz sonra tertemiz soluduğumuz havayı ve daha da ötesi
geleneksel kültürümüz heba edildi. Velhasıl medeniyet geliştikçe hayatımıza
yenilik katarak kolaylaştırıyor ama bir o kadar da problemi beraberinde
getiriyordu. Yerleşim yerlerinin şekliyle beraber insanların geleneksel düşünce
tarzı da değişiyordu. Bundan dolayı ferdî yaşayıp toplumsal düşünenler ile
toplumsal yaşayıp ferdî düşünen insanların yaşam şekilleri de kültür dünyamızda
epey yer teşkil etmeye başlamıştı.
Medeniyetin hızla gelişmesiyle birlikte insanlar arsında
uyum bakımından sosyalleşmenin her alanında kültürel yozlaşma yaşanmaktaydı. Müstakil
eşyasını da beraberinde taşıyan sakinler tarafından apartman balkonları kiler
gibi kullanıldığından modernleşme adına görüntü bozukluğu oluyordu. Bununla
birlikte eşyalarını iyisiyle kötüsüyle açık bir şekilde sergilerken dertlerini
ve kederlerini saklamayı ihmal etmediler. Aynı apartmanda birbirinden habersiz
bir yabancı gibi yaşayan üst kattakiler alt kattakilere tozlu kilimlerini
çırparak “Merhaba!” derken onların da balkondan mangal dumanları ile karşılık
verdikleri zamanlar oldu.
Şehirleşirken fiziki mimariye verilen önem kadar şehrin
ruh mimarisine önem verilmeyişi insanların yaşantılarında uyum sarsıntıları
meydana getirdi.
Birçok yerleşim yerlerinin alt yapı noksanı, parkları, bahçeleri
şadırvanları göz ardı edildiği gibi çocuklarımızın gülüp oynayacağı alanları
pervasızca ihmal edildiğinden onlara apartman aralarında oyun oynamayı reva
gördük.
Doğal çevrenin tahribatına, trafiğin allak bullak edilmesine aldırış bile
etmeden “Değerli yer yükselir, en değerli yer daha da yükselir.” düşüncesiyle
devasa açılan çukurlardan üzerine camdan elbise giydirilmiş ışıl ışıl binalar
yükseldi. Ancak yükselme hırsı ve arzusu beraberinde hayal kırıklığını da
getiriyordu. Alt yapısız yükselen bu cam gözlü devler, ışıltılı aydınlığının
yanında asla örtbas edilemeyen karanlık yüzünü de göstermeye başlamıştı. Kapısını
kapattıktan sonra dış dünyaya aldırış etmeden yaşayan kentli insanlara, yürek
kapılarını dış dünyaya kapayarak bencillik denen yeni ödevler yüklemişti.
Önceleri evlerimiz komşularımıza belki uzaktı ama manevi olarak
birbirimize daha yakındık. Sonra
insanlar birbirlerine konut olarak yaklaştıkça manevi olarak bir o kadar
uzaklaştılar. Necip Fazıl’ın dediği gibi:
''Üst üste insan
türü
Bu ne hayat götürü
Yakınlıktan ötürü
Kaçıp gitmiş yakınlık''
Misali çoğaldıkça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça çoğalan yalnız
kalabalıklar türedi.
Bir sokağı veya bir caddeyi tarif ederken belirgin
özellikleriyle ön plana çıkan o kadim konakların ve cumba balkonlu evlerin yerini,
adeta birbirinin kopyası olan, soğuk betondan yapılmış sıradan binalar doldurdu.
Şehrin yüzüne gelişigüzel boyalarla makyaj yaparken mahallenin yanağındaki
tanınmaya namzet o belirgin gamzelerini de yok ettik. Onca kalabalığın içinde
aynada kendi yüzünü arayan şaşkın gibi duruyor binalar.
Şimdilerde
şehirler birbirine ne çok benziyor. Velhasıl… Ne apartman sakini olabildik
kapımızın dış kısmını düşünen; ne de
şehirli olabildik ruhumuzun güzelliklerini devşiren.