“Kar etmez ahım sen
gülizare
Onulmaz işler güzelim
dilde bu yâre
Olsam da geçmem bin
pare pare
Sevmiş bulundum
güzelim gayrı ne çare”
Kapı(lar) kapandı... Ardında
kirli bir soluk, yaslı bir ah bırakarak... Üstelik ahenksiz ve de sıradan bir
şekilde kapandı geçmiş... Her açılan kapı gibi kapandı, rücu etti sılaya aksakallı derviş, yeni güne
biledi kendini mahzun bir melek, uçtu uçabildiği kadar semaya... Ses etmedi bir
süre kahretmeden, bu acı sergüzeşti silmek istedi isyandan da çekinerek... içinde
biriken bir ahı zamana şikayet ederek... Zamandı çünkü onun dilinden en iyi
anlayan.
Kırmızı renklerin yoğunlukta
olduğu kilimin uçları püsküllü, kenarlarından çepeçevre dolanan yan yana iki
turuncu çizgi çekilmişti... Kabasından en azından otuz yıllıkmış gibi bir his
uyandıran kilim halı arası şeyin tam ortasına düğümlenen gözlerinden soluk bir
gecenin yorgunluğu akıyordu. Vücudundaki kanların hepsi sanki başparmaklarına
birikmiş, dışarı çıkmak için tazyik üstüne tazyik yapıyordu bedenine.
Ağırlığından olsa gerek vücudunun bütün yükü dizlerinin alt kısmına yüklenmiş,
tarifi mümkün olmayan bir ağrı ve sızıyla ara ara gözkapaklarını sımsıkı
kenetliyordu birbirine.
Her zamanki gecenin
ertesinde her zamanki sabahlardan biriydi oysa... Yemiş, içmiş, eğlenmiş ve
sürüp gelen çağlarından sürüp gelen haram bir vakti isteklerine kılıf, tenine
de yük etmişti... Keyfe keder yaşamıştı bir gününü yine... Zamanı, çürümüş
tahtaları çoktan gıcırdamaya başlamış bir köhne meyhanenin rakı ve fıstık kokan
havasına hapsetmişti. Varlığının temeli saydığı temizlik konusunda
alışılagelmiş hassasiyetlerinden elenmiş, çoğu insanın burnunun direklerini sızlatacak
kadar abartılı ter kokularıyla malum bu yerde gününü gün etmekte bir beis
görmemişti. Meze üstüne meze istetmiş, çıkışta da kendisine sabırla hizmet eden
tıknaz, esmer tenli, gözlerinin altı çökmüş, elmacık kemikleri patlayacak
derecede dışarda duran, otuzlarında
görünen yirmi bir yaşındaki garsonu bir onlukla mükâfatlandırmıştı. Karşı
masadaki pis sakallı ve çirkin adamla sadece bakışlarda kalan sataşmaları, ucuz
kahramanlıkları saymazsak iptidai zamanlardan çok farklı olmayan bir insanlık
trajedisi ortaya koymuş, modern zamanlarda insanlığını unutmuş bir müsvedde
görüntüsünden ne yazık ki kurtulamamıştı... Her zamanki meyhane gecelerinden
birinde yine bir ömrü heder etmişti. Çok kez içindeki karanlığın aydınlığa kaybedeceği
telaşını, zar zor dış kapı anahtarını bulup da açmaya çalıştığı mavi renkli ve
çiçek desenli demir kapısının önünde zaman zaman duyduğu o sonsuz musiki
eşliğindeki sabah ezanıyla yaşardı... Bu telaş onda geçmişe ait birtakım güzel
anıları hatıra getirir, söğüt ağacında öten kanaryaların, serçelerin ürkek
titreyişleri gibi adeta kalbini hop hop ederdi...
Sallandı birden, etkisi
hafiflemeye başlayan alkolün bütünü adeta gözlerinde kıpkırmızı bir şarap
olmuştu. Kıstıkça gözlerini yere düşer gibi oldu... Başını kaldırdıkça da olanca
kuvvetiyle her biri sanki on kiloluk demir yığını olan gözkapaklarını tavana
dikmeye çalıştı. Bu arada belli belirsiz kulağına çalınan nağme de sanki içinde
bir bamteline dokunuyor, tatlı bir güzellik ve beliğ bir ifade olarak addettiği
bu sese daha da kulak kabartarak eşlik etmek istiyordu...
“Koy aksın yaşım
billahi silmem
Mecnunun oldum
güzelim terk edebilmem
Kessen de başım
senden ayrılmam
Sevmiş bulundum
güzelim gayrı ne çare”
Başı baş değil bir büyük
karton kutuydu sanki sahip olmakta güçlük çekiyordu kendine, dengesini
sağlayamayıp bir sağa bir sola yalpalıyordu. Ağzındaki sigarayı içmiyor belli
ki ağzında tutmaya çalışırken bir yandan da mütemadiyen ısırıyordu. Sigara her
çekişinde yukarı doğru kalkıyor, sonra tıpkı kendi bedeni gibi alt dudaklarına
yığılıp kalıyordu. Dumanı burnuna doldukça öksürükle karışık balgam nöbetlerine
tutuluyor, her öksürük aynı zamanda bir tutam zifti de avuçlarına dolduruyordu.
Pis bir adam değildi doğrusu eskiden ama şimdilerde avuçlarında biriken
cerahatleri sol eliyle pantolonun sol cebinin üstünde bırakmakta hiçbir sakınca
görmüyordu. Öksürükleri arttıkça gözlerindeki ağırlık da şiddetlenmişti.
Önündeki loş odayı geniş, sonu bilinemeyen bir yatak gibi algıladı birden.
Demek ki alkol insanı sanata daha da yaklaştırıyor diye düşündü. Düşünmek
zihnine ağır geldi...
“Avare bülbül memendi
bülbül
İnler senin ‘cin
güzelim ruz -i şeb ey gül
Nettinse naçar ettim
tahammül
Sevmiş bulundum
güzelim gayrı ne çare”
"Lambayı yakasıya kadar
şu duvara dayanmalıyım." diye geçirdi içinden. Bıraktı kendini, nemden
iyice su damlacıklarıyla kabarmış duvara... Nemin o ıslaksı, soğuk etkisiyle
irkildi bir an ama yapabileceği başka da bir şey yoktu. Ceketinin sağ iç
cebinde devamlı duran eskiden beyaz şimdilerde sararmış o mendili çıkardı... Bu
mendil ondan kalan tek şeydi vücuduna değdirebildiği... Mendilin sol alt
köşesinde isminin baş harfi ve onun da isminin baş harfi vardı... Sanatsal bir
bilge gibi sordu kendine :"Acaba nerede? Kaybolan ne?"
Gecenin bu ilerleyen
vakitlerinde, bu mendili her eline alışında nedense hep ayakta durmak isteği
onda belirir, ilk dayanak olarak da o ceylan gözlerinden yara aldığı ve belki
de ilk göz ağrısı olan kadının emanetine sarılır, onu gözüne, burnuna,
saçlarına ve de dudaklarına sürer sürer, büyük bir yazıklanma yaşardı. Uzun süre baktığı, adamakıllı burnuna tuttuğu
bu mendilde ceylanının kokusunu duymaya azami gayret ederdi... Ekseriya bu
şekilde yığılır kalır, gözyaşlarıyla ıslanan bu mendil yastığı, bu esnada
üstüne çöken hüzün de yorganı olurdu.
Mendilin desenleri yoktu...
Sarıya dönmüş bir beyazlıktaydı, aynı geçmişi gibi. İpek kumaştan parlak ve
kaygandı. Mendili çıkardığı anda yarı açık gözleriyle duygulu bir biçimde
mendilin üstündeki harflere baktı. Loş ışıkta sol taraftaki tahta pencerenin
bir kısmı düzensizce çekilen perdeden ötürü açık kalmış buradan da sokak
lambasının ışık huzmeleri salonu az da olsa karanlıktan kurtaracak kadar
aydınlatıyordu. Gözleri doldu... gözleri kan çanağıydı... ağlamak biraz da
yenilgiyi kabul etmekti... oysa ne zorluklardan geçmişti... Bunun da üstesinden
gelebilirdi. Ağlamadı, ağlayamadı, ağlamamalıydı...
Bir ambulans hiçbir şeyi
hayatın kıyısından, sirenlerine karışan kalabalığın sesleriyle şehre doğru
gidiyordu. Şehre doğru ışıklar içinde kayboluyordu hasta. Tüm hastaları iyi
edecek şehrin ışıkları vardı. Yiten ambulans sesiyle beraber zar zor
kaldırabildiği başını hızlıca aşağıya kaydırdı. Daldı sonra film şeridi gibi
geçti önünden yaşananlar, yaşanmayanlar. O kalabalık... O kalabalıkta harcadığı
yıllar... O yıllarda duyumsayamadığı bir yığın şey... Bir yığın fikir atlasıyla
kafası darmadağın...
Odası fildişi kule...
Kendisi modern bir yaşamdı oysa... Avuçlarının içine aldı ve avuçlarında
döndürdü başını. Sağ elinin ayasıyla sağ gözünü bir müddet kaşıdı. Sanki
sarımsak ezer gibi gömüldü gözünün üzerine. Bu bir rüya, bu bir hayal mi diye
geçirdi içinden. Her rüya biraz da hayatın tadıdır. Her rüya hayatın tadını anlatır.
Bir uzun hayaldir yaşam ama gel gör ki o bir buruk şiirin besteye gelmez uzun
mısraları gibiydi. Ne zaman uyanacağını bilmeden yaşar insan rüyasını. Hayat
tam da üstümüze göre bir kaftan... Ne eksiği var ne de fazlası...
Sedef kakmadan tütün
tablasını zorlukla çıkardı, vücudunun bir bölümünü yukarı kasarak ama lalettayin
yaptığı hareketin sonunu getiremedi bu sefer. Az önce sadece sırtının sol
tarafından bir ufak sıcak su kaynağı gibi ortaya çıkan sızı şimdi sanki
patlamaya hazır bir yanardağ sıkletiyle göğsünün ön tarafına sıçramış, sırtının
tamamına hakim olan bu sızı artık dayanılamayacak bir ağrı haline dönüşmüştü.
Hafif hafif öksürmeye çalışırken bir yandan da sağ eliyle boğazındaki anlamsız
zorluğu çözmeye çalışmış fakat bu sırada sol eliyle de destek yapayım derken
tablayı eşikteki yolluğa düşürerek etrafın kesif bir tütün kokusuna bürünmesine
neden olmuştu. Zavallılık olarak algılanabilecek bu acziyetin bir beşer zaafı
değil var oluşunun hikmetine hıyanetin neticesinin azim bir göstergesi olduğunu
acı acı düşündü. Bu arada gözleri nedense yukarı çekiçlenmiş gibi yüzüstü yere
kapaklandı. Çarpmanın şiddetiyle üst dudağı patlamış, çenesinden akan kanlar
aynı anda dilinde de sıcak bir tat bırakmıştı. Şimdi sağ kolu bükülmüş bir
vaziyette sağ böğrünün altında eziliyor, sol eliyle de ceketinden düşen ve
yaklaşık bir metre uzağında duran cep telefonuna uzanmaya çalışıyordu.
Bedeninin şakası yoktu ve daha fazla dayanamadı. Kalbinin ritmine ayak uyduran
kasları ona daha fazla izin vermedi ve büsbütün kasılmaya başladı. Ağzında
kilitlenen dili geriye doğru sanki nefes borusunu tıkamak için bir savaş
veriyordu. Bir süre böyle çırpındı. Bu sırada gözü sabitlenmiş ve başka yöne
çeviremeyeceği şekilde hareket kabiliyetini sınırlamıştı. Bu anda ötelerden
beridir merak ettiği bir hayretinin cevabını bulmak üzereydi. Korktu...
Gözlerindeki vaziyet, feri sönmüş bir mum alevi gibi cansız ve de hareketsizdi.
Gözleri tavana yakın bir mahfilde sadece asılı kalmaya alışmış belki de hayatı
boyunca açılmamaktan hüzün gurbetlerine uğramış kitabın siluetine takıldı.
Kahverengi satenden üzerine lale işlemeli kılıf sanki ilk günkü gibi parlaklığından
bir şey yitirmemişti. Çoğu zaman evde gündelik işlerini yaparken bu saten
kumaşın içindekini kendi canına çok yakın görür ama onu bir türlü eline
alamazdı. Bunun çok azim bir yenilgi olduğunu ne yazık ki şu anda anlamıştı. Mahzun,
gururlu bir nefer gibi hissetti kendini. Yapmadığı, yapamadığı her şeyin hüznü
sanki bu asılı kitabın kılıfında ona yüce bir nutuk verir gibiydi. Statik duran
gözbebekleri az önceki acı gözyaşlarıyla birlikte pişmanlığı da akıtarak onu
zahiren bilemediği bir âleme çekip götürüyordu...