Gurbet ve ayrılık; sıladan,
sevdiklerinden ve kendine ait olandan ayrılıp gariplik duygusu içine düştüğü
durumdur insanoğlunun.
Tasavvuf düşüncesinde gurbet ve ayrılığın
ayrı bir yeri vardır: “İnsanoğlu dünyaya gelmeden önce asıl vatanı ( bezm-i
elest) ruhların yaratıldığı mekânda huzur içindeydi. Ne zaman asıl vatanından
ayrılarak dünya denilen gurbete düştü o zaman ötelere yani geldiği yere doğru
özlem duymaya başladı.” Bu hissiyat, asıl vatanına dönünceye kadar devam edecek
olan, insanoğlunun yüreğindeki ayrılık acısı da tabii ki dinmedi. Zira dünya
hayatındaki gurbedî duyguların ve ayrılık acılarının bilinçaltı sızısını bu
ayrılık oluşturmaktadır.
“Ne görsem ötesinde hasret çektiğim
diyar
Kavuşmak nasıl olmaz mademki ayrılık var”
Sözleriyle Necip Fazıl ötelere ait hakikatin
varlığından dem vurur. İnsanoğlu gurbet ve ayrılıklar adına acılarını
sevinçlerini ve kederlerini kimi zaman türkü olarak, kimi zaman şiir olarak, kimi zaman da öykü ve mani olarak yazıya
dökmüştür. Bütün bunları yaparken kullandığı dilin gücü oranında ona ses
vermiş, duygu yüklemiştir.
Gurbet ve ayrılıklar; insan hayatında
ölümden sonra gelen en zor duygu terennümleridir. Sılasından ve sevdiğinden
ayrı düşüp hasretin yakıp kavurduğu yanık gönüllerin ümit dolu hüzünlenişidir.
Onda hasretler gözyaşıyla ıslanıp sevgi çıkını olur. Ta ki vuslat anında
sevgiliye sunulsun. Zira ayrılık varsa elbet kavuşmak da var.
Bir Anadolu kadının askerdeki erine
yazdığı mektuptaki şu mısralar, sevdiğine karşı duyduğu özlemi ne güzel
anlatır:
“Akça dağımı buza dönderme
Ciğerimi yakıp köze dönderme
Demiştin ki ilkbahara gelirim
Mevlayı seversen güze dönderme”
Anadolu kadınları memleketlerinde
kalır, erkekleri iş güç gayesiyle büyük şehirlere gitmek zorunda olurlardı. Bu
gitmeye pek de gönüllü başlamayan delikanlı, eşinden ayrılırken derdini ela
gözlü yârine güzel dilimizin duygu yüklü kelimeleriyle bir Eğin türküsünde
şöyle dile getirir:
“Gider oldum tedarikim görüldü,
Gitme diye yar boynuma sarıldı.
Bilmem neylemiştim hain feleğe,
Niye beni nazlı yardan ayırdı”
Tabii ki gurbette geçen en hazin zaman
yine gurbet akşamlarıdır. Hasretlik gariplerin gönlünde fitili ağır ağır yanan
bir isli lambadır. Yüreği için için göynürken is çöker buğulu gözlere sonra ya
sazına sarılır mızrabı yüreğine batarcasına ya da arifçe divitinden katran
damlayan kalemine:
“ Hiç istemem yine gelir
Çatar gurbet akşamları
Yüreğime hançer olur
Batar gurbet akşamları
Memleketim ilim obam
Kavim gardaş dost akrabam
Gözlerimde anam babam
Tüter gurbet akşamları”
Çoğu zaman gurbet yolculuğunun uzun
sürdüğü de olur, zira şimdiki gibi hızlı vasıtalar yoktur. At üstünde, kağnı
üzerinde yağmur yaş demeden günlerce saatlerce gidilir. Bunlardan birisi de
öğretmenlik görevi uğruna Anadolu yollarına düşen Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Nihayetinde o da
dayanamaz, yine uzayıp giden bir
yolculuk esnasında arabacıya şöyle seslenir:
“Gurbet Âdemden kara hasret ölümden acı
Ne zaman tükenecek bu yollar arabacı
Atlarını hızlı sür ki köye pek geç
varmasın
Nişanlımın gözleri yollarda kararmasın”
Öyle ayrılıklar vardır ki onda âşık
sevdiğine karşı ümidini yitirmiştir ve her ayrılık anı gelip çattığında
gönlünün zembereği bir kez daha boşalır ama yine de o her defasında olduğu gibi
içinden geçen sözcükleri alıp merhem diye gönlünün yaralarını sarmasını bilir.
Yarası kabuk bağlamış bu duygulu sözlere bir Rumeli türküsünde rastlarız:
“Bülbülleri har ağlatır
Âşıkları yar ağlatır
Ben feleğe neylemişim
Beni her bahar ağlatır
Ben sana dayanamam yârim”
Gurbet ve ayrılıklar denince ilk akla
gelenlerden biride tabii ki halk ozanı Âşık Veysel’dir. O gurbeti; “Şu dağın önü sıla, ardı gurbet” diyerek bir
cümleyle ne güzel anlatmasını bilmiştir. Yine sazını omzuna alıp Anadolu
yollarına düştüğü yıllarda uzun süre evinden yurdundan ayrı kalır. Bu sıralarda
eşi Gülizar Hanım’dan bir mektup alır ve onun sayfalarca mektubunu bir dörtlük şiirle
bakın ne güzel özetler:
“Yeni mektup aldım gül yüzlü yardan
Gözletme yolları gel deyi yazmış
Sivrialan köyünden bizim diyardan
Dağlar mor menekşe gül deyi yazmış”
“ Söyler dilim, ağlar gözüm,
gariplere göynür özüm” diye kendisi gibi gariplere seslenen hak aşığı
Yunus Emre ise içinde bulunduğu gariplik duygusunu şu hicranlı cümlelerle
anlatır:
“Bir garip ölmüş diyeler üç günden
sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar şöyle garip bencileyin”
Şiirlerinde düşüncelerini açık ve
anlaşılır bir üslupla söyleyen aşk ve tabiat şairi Karacaoğlan, ayrılık ve
yoksulluğu ölümle eş tutmuştur:
“Karacaoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
Gözyaşı akma sineme, sana da ayrılık diyemem ki… Gurbedî
ayrılıklar devam ettiği gibi hikâyeleri ve türküleri de devam edecek… Yüreğim
yoruldu, lakin kulağım hala müzikte:
“Gayrı dayanamam özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı…”