sevda kıdeyş sevda kıdeyş

anneye muhtaç bilge

                                                                                                        “Özgürlük mü? O sadece süslü yalnızlıktır.”

Hikâyeleri özel kılan sade insanlar,  sevinç ve keder, aşk ve yaşam…

Şairin fısıltısını duyar gibi evine, sarkışına, kalbine dönmüş, bir anka misali bilgelikle donanmış, yalnız kalmış, icadın sırrını bulmuş ve bu yalnızlıkta olgunlaşmış o insanlar… Derdi sevgide eritip umuda dönüştüren Hatice Muratova’yı bir belgeselde tanıdım. Mücadeleyi, sorumluluğu, savaşçılığı, hüznü, sempatikliği, kültürü ve ritüeliyle muazzam bir öykü işliyor dağlara. Yalnızlığı dost edinmiş bir yürek. Kendini seviyor çünkü kendi! Hayvanlarla ve doğayla kurduğu gönül ilişkisi çıplak elle arılara dokunacak kadar cesur kılıyor onu.

 “Sen de yedin, ben de yedim. Hem size, hem bize. Yarı sana yarı bana, ” düsturuyla hareket edişi, sürekliliği bozmayan, kaynağı kurutmayan, haddine hâkim,  rızkına kanaatkâr, doğanın hesabını tutturmuş, dilini çözmüş bir kalbi zekâyı seriyor önümüze.

Erdem Beyazıt Aşk Risalesinde:

“Çünkü dağıttıkça çoğalır bizim zenginliğimiz.

Aşkın bir adı da berekettir,”  diye bahseder bu gönül açıklığından.

Onu özel kılan, hayatında endişe edilecek sıkıntılar içerisindeyken daima içinde taşıdığı sevgi. Geceyi sıkıntıyla geçiren hastaların sabaha kavuşma anı gibi ferah gönlü, kışa dair her şeyi tanımış, öğrenmiş, üşümeyi iliklerinde hissetmiş fakat ısıtmayı hiç ihmal etmemiş.  

Reşat Nuri’nin: “Şiir kitapta değil, tabiatta ve tabiatı gören ruhtadır.” ifadesi de, Tanpınar’ın: “Yaşamanın etrafımızdaki şeylerin şuuruna erdikçe bir dua oluşuna,” değinmesi de hep aynı hissiyata çıkıyor.

Sevginin doğru dikkat oluşunu ispatlayan hayat hikâyesinde saygının da hemen yanı başında filizlendiğini öğreten bir civanmert Hatice Muratova. Karanlığa ışık tutan bir haberci, güneşe gülümseyen samimi bir ezgi, annesine vefalı, hayran, hayırlı bir evlat. Muhabbetin ve merhametin mumla arandığı bu çağa örnek verilse, ders kitaplarına eklense onun hayatı ve sergilediği tutum, günümüz çağını geride bırakacak kadar ufuk açıcı. Ücra o dağ başında, yapayalnız öyküsüyle bazen hüzünlenip elini yanağına yaslayarak dalıp gitse de,  hışırtılı radyosundan bir türkü duyabilme umudunu hiç kaybetmiyor. Güzel kadın, bakımlı, şık, makyajlı vs. olan değil, içten gülen, seven, samimi, hayata dokunan kadın olmalı?

Bir türlü ayarlayamadığı radyosuyla uğraşmayı ömrünün daha geniş vakitlerine bırakıp kendi türküsünü kendi çağırırken sıcak bir yemek lezzetinde mırıldanışı izleyeni de içten gülümsetiyor.

Samimiyetinin etkileyiciliği, doğallığının duruluğu ve kalbinde ışıl ışıl parlayan merhameti ile terk edilmiş bir köyün koynunda yoksul bir Makedon türkü olan Hatice, yaşlı ve kötürüm annesine bakabilmek için dağların, kayaların, ağaçların arasında arılarla aynı dili konuşuyor.

Arılar, buzağılar, kediler,  geceyi yaran mum ışığı…

Kuytularda kalmış yaşam mücadelesinde düşkün ve hasta annesinin tükenmiş sağlığına bir gün daha ekleyebilmek için gösterdiği gayretiyle hayata ölesiye tutkulu, bir zamanlar annesinin kollarında bebekken gördüğü ilgiyi sunuyor annesine. Annesini adeta bir bebek gibi gözetiyor, nazlıyor. Başında beklediği iskemlede sabırla,  bir gün olabilecek o ayrılık kederlerini savıyor.

“Karşıdan gel göreyim, gel gel amman. Saçın uzun öreyim gel gel amman…” kendi dilinden söylediği türküsüyle…

Hep aynı değil midir emek ve hüznün hikâyesi… Çaresizlikle açılıvermiş avuçlara damlayan gözyaşları bırakır. Her şey yolunda gibi davranışından anlaşılır bazen insanın yorgunluğu… Acılarını doğaya yaslayabilen, önünden geçtiği ağacı gören ve ondan neşe devşirmeyi ihmal etmeyen kadın, arıların kaygısız ve masum mutluluğuna ne güzel eşlik ediyor.  

Baharı nisan çiçekleri kadar coşkulu bekleyişi kışın hakkını vermesinden midir? Dağ bayır onu da çiçekten sayıyor olmalı ki yamaçlar yol olmuş, buz kar azık olmuş kadim dostuna.

Parmaklarındaki balı yol arkadaşlığını yapan köpeğine tek tek yalatırken duyulan kalbi, bir orman gibi gür ve asude. Lakin kehribar içerisine saklamayı bilmiş kederi bahar kadar geçici durmuyor, yüzünden okunan imla, yaşadığı köyün kışı kadar uzun. 

Annesi dinlemeye hevesli, o anlatmaya derken karanlık kış geceleri şahit olduğu o muhabbetleri mutlaka bir yerlere kaydetmiş olmalı. Belki frekansı bir türlü tutturamadı, radyosunu bir türlü ayarlayamadı ama onun türküsü duyuldu ve yalnızlığı gönüllerde kayboldu.

“Sevgili anneciğim, binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda kocaman bir dağ lalesi gibi,” diye yazılarında annesinden sonraki sızısını dile getiren Didem Madak acısı da çökünce yüreğine, elinde tuttuğu ateş belki de o gece göğsünden çıkan çığlıktan daha serindi. Ana gibi yar, ana gibi dost olmayışı türkülerde ağıta dönüşedursun, annesine beslediği şefkat ve sevgisiyle oldukça yiğit.

Öyle ya, insan özler doğayı… İnsanı da!

“Bal Ülkesi” bu iki özlemi karşılayan bir belgesel filmi olmuş. Hayatını gerçek pencerelere açmak isteyenler bu özlemleri giderecektir. Ve merak edecektir sonraki günlerini. Annesini kaybetmenin acısını yapayalnız o mezar başında yine kehribar içerisine saklamıştır belki de kim bilir? Kedere gülümseyen bir anka gibi kanat açmıştır başka ufuklara… Türküsünü dağlara bırakıp uzaklara gittiği var sayılsa da,  gittiği yerler onu tanıyacaktır. Çünkü “insan yaşadığı yere benzer,”der Edip Cansever:

“o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

suyunda yüzen balığa

toprağını iten çiçeğe

dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…”  

devamını oku