…
Günler geçiyordu… Yörük, laf
arasında ” bizim gelin” deyiverdi bir gün Hoca’ya.
-Kimmiş senin gelin?
-Sizin Meryemce. Meryemce’yi
alacağım hayırlısıyla Hüseyin’ime.
Hoca naif adam, hiç
etmediğini ediverdi. Doğrulup yakasına yapıştı Yörük’ün.
-Ne dediğini biliyon mu sen?
Babası duyarsa öldürür hepinizi, adım atmaz bir daha bu köye. Beni torunsuz mu
bırakacaksın? Bilmiyon mu erkek evlatlarım yaşamadı, buna sebep Yusuf’uma
titrerim. Terstir, gelmez duyarsa buralara. Sizin de soyunuzu kurutur. El kadar
sabilere hem bu laf edilir mi, utanmaz mısın?
Yörük’ün benzi attı atmasına
ama ittiriverdi eliyle Hoca’yı. “Etmeyiz emme, vaktini bekleriz.” dedi. Hoca,
elini hışımla kaldırdı, titredi gökte. Kalkan el inerdi törede lakin yemini
vardı kimseye vuramazdı. Sıktı sıktı yumruğunu, tükürürken indirdi. Yörük,
yazdı bir kenara. Hoca, uzaklaşırken gözüne dolan yaşları göstermemek için köy
mezarlığına doğru saptı. Ters Hoca derlerdi. Tersi meşhurdu. Hoca’nın doğan tüm erkek evlatları bebekken
sebepsiz ölmüş, hayatta iki kızı dışında başka evladı olmamıştı. Kızı ilk
çocuğunu erkek doğurunca “Senin daha çok olur, bunu bana ver. Ben büyüteyim.”
demiş. Vermiş kızıyla damadı Yusuf’u dedesine. Varlıklı dedesinin yanında karnı
doyar, bir meslek sahibi olur, diye. Gözü gibi bakmış torununa Hoca da hani.
Yusuf kıymetli dedesinin nazarında…
Hoca yufka yürekli, sert
görünüşü onun bir nevi kalkanı. Açmak olmaz ulu orta erkek adama derdini,
içinde yaşar ne yaşarsa. Dalıverdi hışımla mezarlığa. Çeşmeden düşünmeyen
hareketlerle su doldurdu. Belli belirsiz bir tümseğin önünde durdu. Sulamaya
başladı. Bu köyde mezara bir kaya parçası dikerlerdi hepsi bu. Ne isim yazarlar
ne mermer döşetirlerdi. Bilmeyen kendi mezarlığını zor bulurdu. Hoca ağlamasını
artık koy vermişti. Çömelip duasını etti. Gözünün önüne Zeynep’i geldi.
Ocağın örtüsü alev aldı
yine. Bak, işte Zeynep buhranlı buhranlı tutuşan örtüye gülüyor! Ev yanacak ama
Zeynep histeriye tutulmuş gülüyor… Hoca, okkalı bir Osmanlı yapıştırıyor.
Zeynep, yanağını tutmuş acısından gözlerinde tomurcuklanan yaşlarla babasına
bakıp: “gözün kör olsun baba,” diyor. Zeynep belli ki iyi değil ama o zamanlar
psikoloji de ne ola ki. Yakın bir köye gelin ediveriyorlar. Daha gencecikken
gittiği köyde buhranlar içinde ölüyor Zeynep. Hocanın içine bir dert düşüyor ki
yıllardır bir daha kimselere vuramıyor. Eli kalksa, içi durduruyor. Yoksa Yörük
en alasını hak etti ya… Puslanmış gözlerini elinin tersiyle siliyor. Ağlayınca
iyi göremiyordu da son zamanlarda iyice bulanıklaşan dünyasını yaşlılığına
veriyor. Ama içi biliyor aldığı ahı… Anılarına kavak ağacının hışırtısı eşlik
ediyor, eskilere çok eskilere çekiyor onu. Guguk kuşlarının aklı baştan alan
hipnozu… bak işte yine ocak başı… yine Zeynep… yine tutuşan örtü ve alevler,
alevler… Pat! Yanakta patlayan, akıl alan o tokat! Zeynep’in o günden sonra
aklının kendisini terk ettiğini söylerler, “atlatmış” derler de Hoca yaşarken
bunu ona kim diyebilmiş ki.
Hoca, Yusuf’un dükkânına
Meryemce’yi alıp gitti bir gün. “Gelin kızım, çocuklardan bunalmışsın. Birini
olsun ben gezdireyim” dese de asıl maksat kimselere demediği görme sıkıntısına
bir çare yanındaki çocuk. Tutmuş elinden yol boyu yürürken kılavuzluk ettiriyor
Meryemce’ye aslında. Tamirhanelere özgü derin çukur ortada öyle durmakta.
İçerde araba da yok. Selam kelam demeye vakit bulamadan Hoca bu çukura düşmesin
mi! Görmediğini itiraf ettiği gün oldu bu düşüş. Tavukkarası inmişti gözlerine.
Zeynep'in ahı tutmuştu nihayet. Hoca hiç darlanmadı. Eskilere has metanetle
ilahi adaletini nihayet yaşamaya başladığı için rahatladı bile.
…
* Şule Yusuf’un “ İçime Yazdıklarım” kitabından
alıntıdır.