Deh(On): Abbas Kiarostemi Sinemasının
Seyirciye Sunduğu Kısa Mesafe Yolculuğu
"Bu dünyada hiç
kimse bir başkasına ait değildir. Herkes sadece kendisine aittir."
"Bir kadın yaşamak
için ölmeye mecbur mu?"
"Dünyaya ne kadar
az bağlanırsan o kadar iyi yaşarsın."
"Biz kadınlar
mutsuzuz. Kendimizi sevmiyoruz. Kendimiz için nasıl yaşayacağımızı
bilmiyoruz."
İran Sineması 1979 darbesiyle birlikte ülkede
diğer pek çok alanda olduğu gibi büyük bir kırılma yaşamıştır. Bugün rejime
muhalif sanatçıların dahi hemfikir oldukları husus, yeni rejimin uyguladığı
sansürün İran sinemasının yükselişinde hızlandırıcı rol oynadığıdır.
Kısıtlamalar, imkânların zorlanmasına, yeni hikâyeleştirme yollarının
keşfedilmesine vesile olmuştur. Pek çok unsurun açıkça gösterilmesinin, teşhir
edilmesinin yasaklanmasından sonra İranlı sanatçılar aynı durumu veya duyguyu
dolaylı bir yolla anlatmaya, ima etmeye mecbur kalmışlardır. Ancak bu
mecburiyet tam da sanat eserinde aranan sadeliği, örtüklüğü, dolaylılığı ve dahi
katmanlılığı beraberinde getirdi. Aynı zamanda kurmaca dahî olsa çizilen
karakterlerin varlıklarına, hayatlarına, temsil ettiklerine ve insanlık
onurlarına gösterilen itina ortadadır. Abbas Kiarostami’nin filmlerinde
belgesel ve kurmaca birbiri içinde kaybolur; hikâyeler değil hayattan kesitler anlatılır,
filmleri “hayat gibi” olmaya çalışır, zira kıymetli olan odur; filmler nazik,
sade ve mesafelidir; iddialı sözlerden kaçınır, ancak hemen yüzeyin altında
güçlü bir duygu akar. Kiarostami ile ilgili ilginç noktalardan biri 70’li
yıllarda film çekmeye başladığı halde, 2000’lere kadar çektiği filmlerinde
kadın karakter yoktur veya çok siliktir, görünmez. Buna rağmen İran
kadınlarının toplumsal hayatta karşılaştığı sorunları anlatan On (Deh) ile 2002
yılında başlayan süreç Şirin (2008), Aslı Gibidir (Copie Conforme, 2010) ve
Sevmek Gibi (Like Someone in Love, 2012) filmleri ile devam eder. Yönetmen son
dönem filmlerinde kamerasını kadın ruhunun derinliklerinde incelikle
dolaştırır. Tahran'da
bir kadın arabasıyla yola çıkmıştır. Arka arkaya arabaya binenler aracılığı ile
bir kadının yaşamını ve İran'da yaşayan kadınların dünyasını tanımaya başlarız.
Sürücü ile konuklar arasında geçen her diyalog, on bölümlük filmin bir
parçasını oluşturmaktadır. Bu konuşmalar, kadınların aile yaşamlarına ve
toplumda kendilerini ifade etme çabalarına ışık tutar. İran sinemasının önemli
isimlerinden Abbas Kiarostami'nin yönettiği ve Fars toplumunda kadının yerini
sorgulayan film seyirciyi kadınların kapalı dünyasında kısa bir yolculuğa
çıkarır.
On ayrı bölümden oluşan ve
çizgisel bir ilerleme takip etmeyen On filminin tamamı bir araba içinde geçer.
Film Tahran sokaklarında bir kadının kullandığı arabada yolculuk yapan farklı
kadınlarla diyaloglarından ibarettir. Arabaya -yani film mekânına- inançla
ilgili soruları olan bir genç kız, dindar bir yaşlı kadın, hayatını fahişelik
yaparak kazanan bir kadın, sevgilisinden ayrılmış bir kadın ve daha pek çok
başka hikâyesi olan kadınlar dâhil olarak hayatlarından bahsederler. Neşenin,
hüznün, öfkenin, aşkın dile geldiği bu konuşmalar içtendir; ancak söylenenler
-ne de olsa- ilk kez karşılaşılan bir kadınla paylaşabilecekleri kadardır. Bu
kısa yolculuklarda bir daha karşılaşmayacak olmanın rahatlığı ve yeni tanışıyor
olmanın getirdiği saygı bir aradadır. Burada önemli olan, yolcularına kulak
veren kadın ile filmi seyreden seyirci arasında kurulan paralelliktir. Bir
film, en nihayetinde bir yolculuktur. Daha da önemlisi seyircinin yolcuların
özel hayatlarına ancak bir yabancıyla paylaşılacak şekilde ve miktarda tanık
olmasıdır. Hikâyenin en özel konuşmaları kadın ile oğlu Âmin arasında
geçmektedir. Sekiz yaşlarında olan oğlu Âmin, annesini, babasını boşadığı için
ve toplumun dayattığı ideal anne-ideal eş formundan çıktığı için suçlar.
Annesine duyduğu öfkeyi onunla kurduğu diyaloğu bağırarak sürdürmesiyle,
annesinin konuşmalarına, kendisini savunmasına tahammül edemeyerek dinlemeyeceğini
söylemesiyle göstermektedir. Âmin’e göre bir anne evde her gün lezzetli
yemekler yapmalı, evi toplamalı, bulaşıkları yıkamalıdır. Özetle evde
olmalıdır. Kendisini evine, eşine ve çocuklarına adamalıdır. Annesiyle vakit
geçirmeye tahammül edemeyen Âmin önce babasının yanına taşınır daha sonra da annesiyle
her görüşmesini kendisini güvende hissettiği büyük annesinin evinde gerçekleştirir.
“On” sinemanın iffetinin bizatihi filmin kendisi ve kurduğu form ile alâkalı
olması meselesinin somutlaştığı bir örnektir. Kiarostami gerek kültürel
birikimi gerekse sanatçı duyarlılığı ile bu değerleri içselleştirmiş ve onlara
doğallıkla itina göstermiştir. Sanatın ve sinemanın yaptığı var olana kıymet
katmak değil, var olan kıymetin çeşitli tezahürlerini görünür kılmaktır. Bu
eser her ne kadar bir çalışmanın neticesinde ortaya çıksa da en nihayetinde
içten doğan bir şeydir