Şarkısına katılmamı bekliyordu, küçük kız. Oysa çoktan
unutmuştum ben içimdeki melodiyi. Çünkü kırılmış, derin darbeler almıştım.
Aslında o da benden farklı değildi. Uzak bir ülkenin taş döşeli, ortasından su
olukları geçen, serin, izbe sokaklarına kapalı avlularından birinde
tanışmıştık. Beni gülücüklerle ve sevinç çığlıklarıyla karşılamış, bağrına basmıştı.
Saçlarıma, gözlerime, cicili bicili kıyafetlerime dokunmuş, beni en özel köşesi
olan avludaki sedirin altına götürmüştü.
En güzel oyunlarımızı orada oynadık. Şarkıma eşlik ederdi.
Ona yabancı olmasına rağmen şarkının ezgisini ve sözlerini ezberlemişti. Renkli
düşlerimiz ve oyunlarımız vardı, yanaklarımız ve giysilerimiz gibi. Ta ki
kulakları patlatan o korkunç sesleri duyana kadar. Evimiz yıkılmış; etrafı toz,
barut ve kan kokusu kaplamıştı. Bütün bunlar yaşanırken gizli köşemizde
olduğumuz için parçalanmaktan kurtulmuştuk. Yıkıntıların altında üç kardeşini
bırakıp anne ve babasıyla bitmeyen bir yolculuk başlamıştı sonrasında.
Annesi onun, o da benim elimden tutmuş, yola çıkmıştık.
Hazırlıksız çıkılan yolculukta ablasından kalan, taşlıkta unutulmuş bir çift
naylon terlik geçirmişti ayağına. Benim ayakkabılarım ise kaçarken düşmüştü.
Üzerinde kırmızı mor çiçekli bir entari vardı. Bende de etekleri tüllü pembe
saten bir elbise. Saçlarımda rengârenk kurdeleler, onunkinde örgüleri ile
birlikte kıvrılıp uçlarına bağlanan renkli kumaşlar vardı.
Top seslerine çığlıkların karıştığı çaresiz, şaşkın
insanların oraya buraya koştuğu sokakları geride bırakarak yürüyorlardı. Arada
soluklanıp arkalarına bakıyor, yükselen dumanlar altında bıraktıkları yaşantılarına
yabancı gibi bakakalıyorlardı. Ayaklarına büyük gelen terliklerden kayıp çıkan
parmakları taşlara çarpınca acıyordu belli ki. Annesi bizi ara ara sırtına
alıyor fakat yorulunca bırakmak zorunda kalıyordu. Babası ise kurtarabildiği
birkaç parça eşya, battaniye gibi ihtiyaçları taşıyordu.
İki gün iki gece ara ara dinlenip birlikte yürüdüğümüz küçük
kafilenin hareketlerine uyarak yolculuk yaptık. Sonraki üç gün, gündüzleri
kavurucu güneşin altında; geceleri soğuk, ıssız çöl gecelerinde yola devam etmeye
çalıştık. Üzerimizdeki tüm renkler, yüzümüzdeki gülücüklerle birlikte solmuştu.
Saçlarımız dağılmış dikenlere takılan elbiselerimiz yer yer yırtılmış; onun
yarı çıplak ayaklarında yaralar açılmış, geride kandan lekeler bırakmıştı. Geceleri
annesinin kucağına sımsıkı sığınıp yatarken bazen şarkımızı söylerdik birlikte.
Yere kadar inen yıldızlı siyah gecenin altında serin çöl iletilerine karışırdı
melodimiz. Ürküten bu sessizlikte artık aynı şarkı bir ağıt gibiydi. Zaman
zaman ona mı annesine mi ait olduğunu kestiremediğim gözyaşları ile ıslanırdı
yüzüm gözüm. Çölün bağrında yaralı bir sürüngen gibi kıvrılıp yatan bu kafileden
yer yer başka çocuk ağlamaları, insan iniltileri duyulurdu.
Üç günün sonunda evler ve binalar ufukta göründü Tel örgülerin
uzayıp gittiği, ötesinde insanların,
hayatın olduğu bir yere gelmiştik. Birkaç kişinin çabasıyla yer yer
delinen tellerden sürünerek geçmeye çalışırken toza toprağa bulanmış,
giysilerimizden birkaç parçayı daha o tellerde bırakmıştık. Yol her adımda
bizden bir şeyler alıyordu.
Biraz ileride kasaları
brandalarla kaplı büyük arabalar bekliyordu bizi. Aceleyle itiş kakış doluştuk
birine. Gürültülü, havasız, karanlık bir araçta yolculuk ediyorduk. Sıkışan
gövdelerin arasında soluk alamaz olmuştu bu kez küçük kız. Nefesi derinleştikçe
daralıyor ter ve gözyaşından vıcık vıcık olmuş elleriyle kayıp düşmemem için
beni kavramaya çalışıyordu. Bir insan yığının içinde geçirdiğimiz gecenin
sonunda gürültü ile açıldı kapılar. Mavi, gri, soluk ve soğuk bir aydınlık
çarptı yüzümüze. Moloz yığını gibi boşaldı kamyonun kasası. Kendimizi serin
kumların üzerinde bulduk. İlk kez görüyordu böyle bir maviyi. Soran gözlerle
annesine baktı. Denizmiş bu gördüğümüz köpüklü mavi.
Ne olduğunu anlamadan
botlara bindirildik. Korkuyla sıkı sıkı kavradı beni. Sabit duramıyor, sallanıyor;
bulantıyla karışık bir iç sıkıntısıyla annesine sarılıyordu. Dalgalar yükselmiş
deniz kabarmıştı. Birbirinden başka tutunacak bir şeyi olmayan insanlar, bu kez
korkunun bambaşka bir şeklini yaşıyordu. Kıyıdan çok uzaklaşmamıştık. Ne
olduğunu anlamadan büyük bir dalgayla soğuk sulara gömüldük. Bir eliyle beni,
bir eliyle annesinin eteğini kavramaya çalışıyordu. Sesler uzaklaşıyor, kulaklarına
derin bir uğultu doluyordu. Tuzlu suyun yaktığı gözlerini kapayıp uykuya dalar
gibi oldu. Birden bir el onu ensesinden yakaladı ve çekti bizi yüzeye.
Ilık bir
güneşin altında battaniyeye sarılı bir şekilde uyandı. Bir eliyle hala beni kavrıyordu
sıkı sıkı. Fakat diğer eli bomboştu. Hafifçe doğruldu, etrafına bakındı;
tanıdık kimse yoktu ortalarda. Koşturan insanlar, bilmediği bir dilde konuşan
resmi elbiseli görevliler... Saçlarımdaki kumları ve yosunları temizledi. Artık
rengi belli olmayan elbisemi düzeltmeye çalıştı ve şarkımızı söylemeye başladı.
Fakat ben ona eşlik edemezdim. İçimdeki müzik kutusu kırılmıştı, şarkısına
katılmamı boşuna bekliyordu.