fatma pekşen fatma pekşen

satranç takımı

“Serseri, cahil bırakılmış çocuğun büyümüşüdür.”

                                                                                  M. İkbal


İşlek olmayan bir semtte, şirin bir liseydi. Sabahçıların tozu dumana katarak okulu terk etmesinin öğlencilerin tepine tepine sınıflara girmesinin üstünden yaklaşık yarım saat geçmişti.

Okulların kapanmasına daha on on beş gün kadar vardı ve haziran sıcaklarında artık ders çekilmiyordu. Yüzlerine yorgunluk çöken öğretmenler, ayakları geri geri giden öğrenciler, bir an önce tatile girmeyi bekleyen diğer personel... Sanki bir yerlerden martı çığlıkları, iyot kokusu gelir gibiydi.

Müdür yardımcısı İrfan Bey, karşı masadaki diğer müdür yardımcısına esneyerek baktı. Arkadaşı, abone olduğu derginin içine gömülmüş gibiydi. Dergi, sabah saatlerinde eline geçmişti ama göz atmak için ancak zamanı olmuştu anlaşılan. Kendisi de bu saate kadar gereken dosyaları incelemiş, biraz da gazete okumuştu. 

Şu sıcaklarda bu kadar iş fazla geliyordu. Ağzını kocaman açarak, gürültüyle esnedi. Niyeti arkadaşının dikkatini çekip, çene çalarak şu sıkıcı dakikaları dağıtmaktı. Oralı olmayan adama hayretle baktı. Allah bilir, her zaman yaptığı gibi derginin ıcığını cıcığını çıkarıyordu. Gazeteyi de öyle okurdu zaten. Ekonomi sayfasından kayıp ilanına, o manasız burçlardan dantel modellerine kadar her bir satırı ayrı ayrı, dikkatle okurdu. Eline ne geçecekse... Gazete dediğine şöyle bir sağdan sola, bir de soldan sağa göz atacaksın, tamam. Okuyup da âlim mi olacaktı sanki? 

Offf, of! Akşama kadar zaman nasıl geçecekti… Eve gidince çocukların didişmelerini dinle, hanımın tatil planlarını dinle, düşmeyen enflasyon haberlerini dinle ve yat uyu.  Aslında bıraksalar şimdi uyurdu ya yahut ayıp olmasa.

Kolundaki saate göz atarken, içinden, “İyi ki şu yazlık kıyafet uygulamasını hayata geçirdiler,” diye söylendi. Eğer bir de takım elbiselerle okula gelselerdi ölürlerdi vallahi. 

Sahi, Beşiktaş kimle oynayacaktı bu hafta? Spor sayfasına bir daha mı baksaydı. Yok, be! Bu da cazip gelmiyordu uykusunu dağıtmak için. Gazete ona bir tuhaf bakıyordu, o da gazeteye. 

Gözü, kapı aralığından görünen nöbetçi öğrenciye takıldı. Koridorun, kendi odasının karşısına düşen tarafındaki sandalyeye oturmuş, elindeki kitaba göz atıyordu. İçinden, “aferin” diye geçirdi. Öğrenci dediğin böyle olmalıydı. Bulduğu her fırsatı değerlendirmeliydi. Başarı böyle yakalanırdı. Kendileri de öyle değiller miydi öğrencilik zamanında? Şimdiki hallerine bakmamak lazımdı. Ne de olsa, çoluk çocuk problemi, ev geçimi filan bir sürü meşakkatleri vardı. Aklından biraz önceki, “âlim olmak” düşüncesi geçti. İyi ki insanların ne düşündüğünü göstern bir aygıt yoktu. O zaman yer yerinden oynardı alimallah.

Adını çıkaramadığı öğrenci, zeki birisine benziyordu. Kafasını kaldırınca göz göze geldiler. Öğrencide saygı ifadesini gösteren bir kıpırdanma oldu. Müdür yardımcısı öylesine baktı karşısındakine. Galiba ödül vermişti buna. Şiir yarışması mıydı, basketbol muydu, yoksa okullar arası yarışmada yüzlerini güldüren satranç şampiyonluğu muydu?

Satranç. 

SATRANÇ!!!

Galiba bulmuştu uyku dağıtmanın yolunu. Dolayısıyla da sıcağın, son günler sendromunun çözümünü... Nasıl olsa karşı masadaki öğretmen de meraklıydı! Canım kareleri gördüğü anda ne dergi okurdu ne de maaş bordrosunu.

Yerinden kalkmadan, kapı aralığından çocuğa seslendi.

-Oğluum, buraya bak!

Öğrenci birkaç adımda gelmişti kapıya. Önünü ilikledi ve başını uzattı terbiyeli bir biçimde. 

-Efendim, hocam.     

-Adın ne senin?

-Emre, hocam.

-Güzel. Bak, Emre, şimdi gidiyorsun, bize birer çay söylüyorsun; sonra da satranç takımını alıp geliyorsun. 

Çocuk, söylenenleri uysal bir biçimde dinledi ve “olur” anlamında başını sallayıp dışarı çıktı. Cin gibilerdi bu gençler cin. Leb demeden Çorum diyorlardı şıppadanak.

Birkaç dakika sonra çaylarını yudumlarken, arkadaşını ayartmanın keyfini yaşıyordu İrfan Bey. Öğrenci kesimi mecburdu ama koskoca müdür yardımcıları da bu kadar fazla okumamalıydı. Bak, kendisi ne güzel dozunu yakalamıştı. Şöyle bir bakıyor, hızlı okuma yöntemiyle her bir şeyi anlayıp bırakıyordu. Zekâ buna denirdi işte.

Her neyse, birazdan çekişmeli bir oyun başlayacaktı. Daha önce de birkaç kez boş zamanlarında oynamışlardı. Fena rakip değildi. Her ne kadar kendisi gibi olmasa da... İçinden, “Bu okulun Kasparov’u benim,” diye geçirdi. Gülümsedi.

-Bakalım kim kimin uykusunu dağıtacak Metin Bey? 

-Satrancın usta oyuncusu, bu lisede eline su dökecek bulunmayan, öğrencileri şampiyonluğa taşıyan Metin Bey dağıtacak tabii ki.

-Fazla güvenme kendine. Belli olmaz kimin usta olduğu.

Metin Bey, kendinden emin bakışlarla süzdü karşısındakini. Gözlüklerinin üstünden bakan gözlerinde, muzip pırıltılar uçuşuyordu. 

Kapı açıldı, Emre’yi, koltuğunda satranç takımıyla bekleyip, okkalı bir “aferin”i hazırlayan İrfan Bey, hizmetlinin girdiğini gördü. Boş bardakları toplamaya gelmişti anlaşılan.

-Eline sağlık Recep Efendi.

-Afiyet olsun İrfan Bey. 

-Senin çayların da olmasa...

-Sağ olun. Hususi bir şey yaptığım yok. Her zamanki gibi demliyorum işte.

Alışık hareketlerle topladı boşları, diğerlerinin yanına koydu. Her zaman şaşardı bu çaycıların pratikliğine Hele çarşıda pazarda rastladığı, “askı” diye tabir edilen tepsilerdeki çayları döküp saçmadan götürmüyorlar mıydı, ölüyordu buna. Daha çömez görünmelerine rağmen, genççe olanlar bir de havada sallamazlar mıydı askıyı... Hem de dolu bardaklarıyla. Her ne kadar fizik kanunu dense de gülle gibi bir yürek isterdi. Neme lazım, hangi meslek dalı tutulursa tutulsun, hakkını vermek, icabında şovunu yapmak lazımdı.

-Gelemedi daha gönderdiğin öğrenci İrfan Bey.

-Gelir birazdan. Teneffüs zilini çalmış olmalı.

Çocuklar sınıfa girince getirir satrancı.

Sahi, şimdiye kadar on kere gelmiş olması lazımdı. Anlamadı mı yoksa? Belki de bahçeye çıkan daha alt sınıf öğrencilerinde hırlaşmalar falan olmuştur, bazı günler olduğu gibi. Nöbetçi olarak duruma müdahale etmesi lazım gelirdi o zaman... gözüne bir daha girerdi adamın. Zaten cin gibi bir şeydi. Leb demeden Çorum diyen. Hatta ilçelerini, dağlarını ırmaklarını da sayan. Bu yeni yetmeler bir başkaydı canım. 

-Gazetede bir grup öğrencinin kendi kendine, insansız oyun oynayan bir satranç makinesi geliştirdiklerini okumuştum. Ne garip değil mi?

-Yaparlar birader. Şimdikiler dahi. Nerde bizim zamanımızın kıt imkânları...

-Kendi tavlamızı, satrancımızı kendimiz oyar, boyardık babamızdan gizli.

-Yakalanınca kulak ziyafeti yemek de var işin ucunda.

Metin Bey, sık sık yaptığı gibi ağabeyiyle giriştikleri bir kukla denemesini ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı ki istersen dinleme. O günü, o saatleri yeniden yaşıyor gibiydi. 

Ağzı açık anlatılanları dinleyen İrfan Bey’in bir ara aklına satranç gelir gibi olduysa da üstünde durmadı. Konu öyle güzel gidiyordu ki, başka bir şeyi düşünmek konuya hakaret sayılırdı. 

Konunun birincisini bitirip, yenisine geçecek olan Metin Bey, kısa bir süre durdu: 

-Çocuk nerede kaldı?

-Bilmem. Gelir herhalde.

Çıkıp baksa mıydı? Ya da hizmetliye mi deseydi? 

Ama Metin Bey’in, ağabeyiyle bir olup ayakkabıcıdan aşırdıkları meşinle, annesinin dikiş makinesinde top dikmeye kalkıp da, şehir içinde tamiri imkânsız hale getirip, ta İstanbul’a yollamalarını anlatması, unutturmuştu satrancı. 

Vallahi bu öğretmen yanlış meslek seçmişti. Kendinde bu çene olacaktı da televizyonların kapısını aşındırmayacaktı... Sanki şovmen denilen kişiler ne yapıyorlardı ki ekranlarda? Güldüremeyen espriler, bozuk telaffuzlar, karşıdakini, hak etmediği iltifatlara boğup tepelere çıkarmalar... yenilerin deyimiyle geyik muhabbeti gırla gidiyordu. Halbuki, böyle sözü sohbeti dinlenen adamlar yanlış mesleklerde heba oluyordu. İç geçirdi. Sanki kendisi heba olmuyor muydu? Şansı yaver gitseydi niye bir Kasparov olmasındı ki?

Kasparov! Satranç!

Satranç takımı.  

Allah Allah, çocuğa söyleyeli neredeyse bir saati bulacaktı. Tuvalete de gitse, hır çıkaranları da ayırsa, hatta bir köşede gizli gizli sigara da tüttürse, şu ana kadar kırk kere gelirdi. Recep Efendi’yi bir koşu yollayıp baktırsa mıydı? 

Aptal konumuna düşeceğini varsayarak, bir karşı masadakine baktı bir de kapı aralığından, henüz yerine gelmeyen öğrencinin boş sandalyesine. Yanlış anlamış olması imkânsızdı. Satranç takımı başka nasıl söylenirdi ki? Üstelik çocuk cevval bir şeye benziyordu. 

Asıl niyeti çocuğu aratmak olan müdür yardımcısı, gözünü dikip kendisini izleyen arkadaşına döndü:

-Birer çay daha içer miyiz? Recep Efendi’ye söyleyeyim mi?

-İyi olur. Çocuğa da bakar hem.

-??!!    

Bozulmuş olduğunu çaktırmamaya çalışarak zile dokundu. Bu okulun sadece öğrencileri değil, öğretmenleri de Çorum’un yerini biliyorlardı. 

-Buyurun, İrfan Bey.

-Bize birer bardak daha çay getir.

-Olur.

-Ha, nöbetçi öğrenciyi gördün mü?

-He. Biraz evvel Müdür Bey’e çay götürürken gördüm. Sınıflara girip çıkıyor, bir şey arıyordu. 

-Allah Allah… Tekrar görürsen çabuk olmasını söyle.

-Tamam, söylerim.

Acaba, son günlerdeki sıcaklardan bunalıp, dersleri asan öğrenciler satranç takımını aşırıp sınıflarda oynuyorlardı da kendilerinin haberi mi olmuyordu?

Bunlardan her şey beklenirdi. Zamane çocuklarıydı ne de olsa. Belki arama yapılsa, tavla da çıkardı, iskambil kâğıdı da. 

Vay saman altından su yürütenler vay. Demek burunlarının dibinde her bir haltı yapıyorlardı da kendilerinin ruhu duymuyordu. Yasak olduğu halde, cep telefonuyla kopya çekenlerden her şey beklenirdi. Sınıflara ani baskınlar yapıp suçüstü yakalama pozisyonuna geçmeseler, televizyon getirip, o, ne idüğü belirsiz “Biri Bizi Gözetliyor” gibi programları, maçları bile izlerlerdi. Bunları kulağından asmak gerekirdi. Pardon çekmek. 

İki dakika içinde gelmezse kalkıp arayacaktı Emre denen öğrenciyi. Belki de birini bulup kendisi oynuyordur şu dakikada. Dersi asmak isteyen mi yoktu? Ona iyi bir ders vermek lazımdı.

Bir dakika kalmıştı. Şu Metin Bey de gözünü dikip bakmasa olmazdı sanki! En ufak bir ihmali yoktu oysaki. Bir karşısındakine baktı, bir de saatine. En iyisi tuvalet bahanesiyle gidip ne halt ettiğini gözleriyle görmekti. En kestirme uyku dağıtma operasyonu da buydu galiba. 

Döner koltuğundan kalktı, karşısındakinin yüzüne bakmamaya gayret ederek:

-Ben bir lavaboya kadar gideyim.

Karşıdaki, “sanki niye gittiğini bilmiyorum,” der gibilerinden baktı. Yalancıktan sallayarak, uyuşmuş bacaklarını açıyormuş havası veren İrfan Bey kapının tıklatılmasıyla irkildi. Recep Efendi böyle gürültülü tıklatmazdı.

-Gel.

Yüzü allanmış nöbetçi öğrenci nefes nefese girdi içeri.

-İstediğinizi getirdim hocam.

-Teşekkürler de, niye böyle geç kaldın?

-Ancak buldum hocam. Sınıfları tek tek gezdim.

Vay namussuzlar vay. Demek tahminleri doğruymuş.

-Takımın hepsini bir araya getirebildin mi bari?

-Sadece Kenan yok. 

-??!!

-Hastaymış da.

Yani Kasparov ayaklarına yatmasa, satranç konusunda bir şeyler biliyor olmasa, düpedüz yutturacaklardı. Yok, elinin körü! Fili, kaleyi, şahı matı biliyordu ama “Kenan” diye bir taş olduğunu ilk defa duyuyordu. Acaba, okuldan “Şişman Kenan” adında bir çocuk vardı da ona fil lakabı mı takmışlardı? Yani fil değil de Kenan mı diyorlardı o taşa? Kaleye de Laila derlerdi Allah bilir.

-İçeri alayım mı hocam.

-Al al. O kadar zahmet çektin hem (!)

-Haydin arkadaşlar içeri. 

Bu oğlan güçlü kuvvetli görünüyordu ama toplasan iki kilo çekmeyen takımını arkadaşlarıyla getirmişti bak. Görünüşe aldanmamak lazımdı. İçi koftu anlaşılan.

İyi güzeldi de, üç genç içeri girdiği halde satranç takımı meydanda yoktu. Oynarken taşları kaybedip, bir yerlerini mi kırmışlardı yoksa? Canları sağ olsundu. Öderlerdi. 

-Oğlum takım nerede?

-Bir eksiğiyle karşınızda hocam. Kenan yok, dedim ya. Hastaymış.

Yedi köşeli jeton şimdi düşmüştü. Daha bir kaç hafta önce liseler arası yarışmada bu takım diğerlerini sollayıp, birinci olmamış mıydı? Emre, takım deyince bu takımı anlamıştı anlaşılan.    

Hay, Allah! Karşısına dikilip gözünün içine bakan bu çocuklara ne demeliydi şimdi? Emre’nin yüzünde koşturmanın yorgunluğu, diğerlerinin gözünde şampiyon olmanın haklı gururu...

-Bizi niye çağırdınız hocam?

-Şey, biz okul idaresi olarak aldığınız ödülü az bulduk da. Bugün akşam yemeğini beraber yiyelim, diye düşünmüştük. 

-Teşekkür ederiz, hocam. Keşke Kenan da olsaydı.

-Kenan’ın yerine ben gelirim. O kadar yoruldum.

-Tabii Emreciğim, ne demek? Biz, emek çeken öğrencilerimizi ödüllendirmeyi çok severiz.(!)

Nöbetçi önde, diğerleri arkada odayı terk ederken, İrfan Bey, sinirinden ne yapacağını bilemiyordu. Durduk yere cebinden para çıkacaktı akşam akşam. Bu ay sonunda... paranın kıt zamanında…

Kıs kıs gülen Metin Bey’den gözlerini kaçırırken, içinden “Acaba Çorum nerede? Asıl benim öğrenmem gerek,” diye düşünüyordu.

devamını oku