Şeyma Bora Şeyma Bora

Yankı*

Orhan Bora anısına…

1.Bölüm 

Kadın birden gözlerini açtı ve eşine doğum sancısının geldiğini söyledi. Apar topar hastaneye gittiler, bebek dünyaya geliyordu. O sırada bebeğin ruhu, siyahın sonsuzluğu; mor, mavi, pembe, beyaz renkte parıldayan yıldızların içinde Oʼna bağlı bir kordonu olduğunu görüyor ve bir kesenin içinde olduğunu hissediyordu. Bir ses bu ruha seslendi “hazırsan gidelim…“ Bebek dünyaya geldiğinde ruhani olan ortamdaki kordonun koptuğunu hissetti ve bir çığlık attı, o sırada annesine bağlı olduğu kordonu gördü ve bir rahatlama geldi. Ebeveynleri bebeğin adını Kani koydular. Kani sıradan bir çocukluk yaşadı, aradan yıllar geçti büyüdü ve herkesin hayatında yaşadığı genel sorunları yaşadı. Bunlar; parasızlık, sevilmeme, ara sıra sağlık sorunları, depresyon, mutsuzluk… Her gün gitmek zorunda olduğu bir işi, kirasını zar zor ödediği minik ama tatlı bir evi, haftada en az 2 kere gitmekten büyük keyif aldığı spor salonu ve Hiko ile içtiği 3-5 biranın haricinde diğer insanlardan farklı bir hayat yaşamadı. Günün birinde Kani hasta olan babasını kaybetti ve büyük bir üzüntü yaşadı. Sanki bundan önce yaşadığı hiç bir şey sorun değilmiş gibi gelmeye başladı. Eskiden ne kadar da şımarık bir hayat yaşadığını, yaşamda asıl önemli olanları gözünden kaçırdığını fark etti. Büyük bir isyan etti. “Bundan daha kötü ne olabilir artık yeteeerʼ!...” diyerek isyanını taçlandırdı...

Kani artık dünyaya gelme amacını aramak istiyordu, ‘Ben kimim? Neden dünyadayım? Dünya bir illüzyon mu? Gerçek acı nedir? Acı neden yaşanır? Peki ya mutluluk! Bir gün çok mutluyken diğer gün neden mutsuz oluruz? Bunun asıl nedeni dışarıda yaşanan olaylar mı yoksa benim o olayı kafamda yorumlayıp beni üzmesine izin vermem mi?’ Kani sanki bir boşlukta kafasında cevaplayamadığı sorularla mücadele ederken hayat (tek bildiği dünya hayatı) devam ediyordu. O stresli işine, geri geri giden ayağının gitmek zorunda olduğu işe gidiyordu. Patronu herkese bağırıp çağıran, herkesi kendine köle olarak gören bir kadındı, onun negatif davranması için bir hatanın olmasına gerek yoktu, her şey yolundayken de zaten sesler hep yüksekti ofiste. Kani masasında çalışırken patronu yine klasik tavrı ile sebepsiz yere sesini yükselterek Kani‘ye ´sen zaten bugüne kadar neyi becerdin ki bu işi de beceresin, neden buradasın ki hepiniz beceriksiz boş insanlar topluluğusunuz özellikle de sen Kani!’ dedi. Kani adeta şoka girmişti, bir tokat yemişti sanki dona kalmıştı. Tüm çalışanlar ona bakıyordu ama Kani ‘de herhangi bir tepki yoktu. Zaten herkes patronun bu klasik tavrına alışıktı, her gün birine aynı şekilde azar kaymadan rahat edemiyordu. Çalışanlar bu durumu da umursamayıp işlerine devam ettiler. Ortalık normale döndüğünde Kani camdan dışarıyı seyrediyordu; kuşlar uçuyor, köpekler, kediler hepsi yaşamaya devam ediyordu. Kani kuşlara odaklandı, bu kuş her gün birinin kaprisini çekerek mi hayatta kalıyordu? Ya da istemediği bir işi yaparak mı ancak karnını doyuruyordu? Sahi kuşlar nasıl geçiniyordu bunca zamandır? Nereden geliyordu onların bu bollukları bereketleri?  İçinden bir ses Kani’ye seslendi “´ O´ndan”. Ondan mı dedi? O kim? Şimdi işi bırakıp gitse, patronuna da bir sürü laf söylese hem de herkesin önünde ne güzel olurdu be. Ama işi bırakırsa ev kirasını, faturaları kim ödeyecekti? Ama içinde öylesine baskın bir his vardı ki patronun yanına gidip herkesin ortasında ona ‘hiç kimse ama hiç kimse bana bu şekilde davranamaz, bunca yıl bizi sömürdün yeter artık, bana bu şekilde davranmaya hakkın yok. Ben kendime olan saygımdan ötürü istifa ediyorum’ dedi. 

Kani, rahatlamış bir şekilde sahilde yürürken bir yandan da ne yaptım şimdi ne olacak diye düşünüyordu. En rahat hissettiği yere annesinin yanına gitti, yaşlı annesi ona moral verdi, kimseye muhtaç olmadığını iyi yaptığını söyledi. Kani biraz daha rahatladı. Evine geri döndü, ama kafasının içindeki ses susmuyordu, sürekli kendini aşağılayan ezikleyen ses, yani bu ses ete kemiğe bürünüp Kaniʼnin karşısına geçse alıp döver ‘sen ne diyorsun lan’ derdi. Bu sesi susturmanın yolu var mıydı? Var tabi ya, uyumak! Ertesi gün sanki bir pazar günüymüş gibi uyandı Kani, kendine güzel bir kahvaltı hazırladı, kahvesini yudumlarken instagramda bir sayfa çıktı karşısına, gönderi resminde ‘neden bunlar hep benim başıma geliyor ʼ yazıyordu, ilgisini çekti ve okumaya başladı, bir yazarın sayfasıydı bu, içerikleri okudukça yazarın kitabını almaya karar verdi. Aslında pek sevmezdi kitap okumayı ama nedense çekmişti bu kitap Kani’yi kendine. Kitabın kapağını inceledi, arka kapakta yazarın resmî de vardı. Kitabı okudukça Kani daha da ilgi duymaya başladı bu yazara, mesela affetmekten bahsediyordu, birini affetmek ona gidip ‘ben aramızda yaşadığımız her şeyi affediyorum gel barışalım ʼ demek değildi elbette; bir olayı durumu affedersin ki olay artık seninle gelmesin, sana yük olmasın, kafanın içindeki o sese malzeme olmasın. Affedersin ki artık özgür olasın sana bir duygu hissettirmesin seni daha da derine çekmesin. Peki ya aynalar? Aynalar kimlerdi? Aynalar hepimizdik, birinin yaptığı bir olay başka birini rahatsız ederken diğerlerini neden rahatsız etmiyordu? O durumdan rahatsız olan insan neden bu kadar öfke duyup o kişiye sinirleniyordu? Çünkü onun orada alması gereken bir ders vardı, o duygusunu fark etmeli ve onu kabul etmeliydi… Diye devam ederken telefon çaldı, günlerdir evde yemek kitap müzik kahve derken dünya ile iletişimi kopmuştu Kani’nin, arayan arkadaşıydı ‘oğlum neredesin ya hadi hazırlan 20 dakikaya geliyorum seni almaya Dükkan’a gideceğiz.’  Dükkan en sevdikleri barın adıydı. Barda otururken Kani‘nin arkadaşı Hiko birden Belis’i gördü ve masaya davet etti. Kani ile tanıştırırdı. Kani biraz afallayıp ‘Belis! Belis Özgü mü’ dedi. Hani şu Mucize Sensin isimli kitabın yazarı? Ta kendisi! İnstagramda tesadüfen karşısına çıkan kitabın yazarıydı. Kani ile Belis konuşmaya başladılar, Belis anlattı, Kani dinledi. Genel hatlarıyla koşulsuz sevgi ne demek, öğretmenler ne demek, yaşadığımız olayları neden yaşarız, veçhelerimiz, bilinçaltı kayıtlarımız, ne zaman nerede kabul ettiğimizi hatırlamadığımız o kanunlar. Muhabbet o kadar güzeldi ki Hiko’nun gittiğini fark etmemişlerdi bile. Garsonun barın kapanma zamanın geldiğini söylemesi üzerine sohbetten sıyrıldılar. Serdarʼı Ekrem sokaktan Galataʼya doğru yürürken birbirlerine zamanın ne de çabuk geçtiğini söylediler, bir dahaki görüşme için sözleştiler. Kani, Belis’i evine bıraktı ve kendi evine döndü. Belis ile geçirdiği her gün her anı çok önemsedi çünkü bu sayede kendini daha iyi tanıdığını fark etti. Neyi neden yaptığını idrak etmeye başladı, kim olduğunu, neden burada bu yaşamda olduğu, hatta Belis ile karşılaşma nedenlerini. Günün birinde Kani’nin telefonu çaldı ve harika bir iş için görüşmeye çağırıldı. Şartlar tam da istediği gibiydi, Belis’in taktikler işe yaramıştı anlaşılan. Keşke evime biraz daha yakın bir iş yeri dileseymişim, diye de geçirdi içinden. Hayatında her şey çok güzeldi artık; işi harikaydı, Belis ile çok mutlulardı, arkadaşları ile çok iyilerdi. Arada sorunlar karşısına çıksa da artık bu sorunlara nasıl yaklaşması gerektiğini biliyordu, çünkü asıl sorunu sorun yapan kendi içindeki düşüncelerdi. Bu farkındalığa erişmenin huzuru tüm bedenini kaplamıştı. 

Kani, öğle molasında yemeğe gitmek için iş arkadaşlarıyla dışarı çıktı, kırmızı ışıkta beklerken aklında Belis’e içindeki duyguları söylemek ona âşık olduğunu itiraf etmek geçiyordu, iş arkadaşlarıyla bu durumu paylaşınca geç kalmadan bunu kesin yapması gerektiğini söylediler. Yeşil ışık yandı Kani yola adımını attı ve siyah ekran! Ara sıra sedye üzerinde gittiğini hissediyordu ve hastane koridorundaki ışıkları görüyordu, ama Kani bir yandan da o ilk doğduğu siyahın sonsuzluğunda parlak renkli ışıkların olduğu yeri görmekteydi. Belis hastaneye geldi, annesi arkadaşları herkes hastanedeydi, ama Kani... Kani gitmişti…

Siyahın sonsuzluğundaki o huzur, o mutluluk… Ama eksik bir şeyler daha vardı, sanki tamamlanmamış görevler. Derken Kani’nin yardımcı meleği yanında belirdi, Kani, meleğe çok güzel bir yaşam geçirdiğini öğrendiklerinin çok değerli olduğundan bahsetti, bu yaşamında da insan olarak Oʼna bir tık daha yaklaştığını hissettiğini söyledi. Dünyaya aslında unuttuklarını hatırlamaya, acıyı da sevinci de deneyimlemeye ve bundan ruhunun büyük bir doyum aldığına, olayı yaşarken o olayın içindeki en kötü görünen veçhene bile koşulsuz sevgi ile bakabilmeyi kavramaya gittiğini biliyordu. Asıl amacının Oʼnun bir parçası olan bu ruhun tekrar O’na kavuşmak istediğini ve bu yolda her ne olursa olsun gitmek istediğini biliyordu. Tekrar o kesenin içine girdi Kani ve binlercesi… Bir sonraki yaşamında ne yaşayacağına göz atmaya başladı, hangi acıyı yaşayacağına, o acıdan hangi dersi alması gerektiğine, hangi mutlulukları yaşayacağına, çözülmesi gereken bağlanmışlıkların çözüme kavuşup kavuşamayacağına, tüm hayatının her detayını gözlemledi. Derken bir ses onu çağırdı: “Hazırsan gidelim…”

*Öykümüz gelecek sayılarda devam edecektir…

devamını oku