Küçükken
pek çok şeyden korkardım. Jung’un dediği gibi kollektif bilinçaltımdan mı
kaynaklanıyordu bu korkular bilmiyorum. Kimileri diyor ki doğamızda korku yoktur sonradan öğrenilir.
Eğer öyleyse bütün çocuklara gizlice biri korkuyu öğretiyor olmalı… Tanıdığım
bütün çocuklar korkacak bir neden bulmuş oluyor kendine. Bu nedenle korkunun ne
olup olmadığı, nasıl tanımlanacağı ve nasıl korkuyla başa çıkılabileceği
hakkında düşünmeye başladım.
Sevdiğim
düşünürlerden biri olan Spinoza korkuyu; başımıza gelecek diye evhamlandığımız
büyük bir kötülüğü daha hafif bir kötülükle atlatma arzusu olarak niteler. Bu
tanıma bakınca korkuyu sevesim geliyor. Düşünsenize ortada büyük bir kötülük
var ve o başımıza gelecekken, daha küçük bir kötülükle ondan kurtuluyoruz.
Farklı bir söyleyişle ölümü görüp sıtmaya razı oluyoruz yahut korkuyla ölümü
atlatıp sıtmaya razı oluyoruz. Şüphesiz insan olanaklıysa sıtmaya da razı olmak
istemez. Ama yine de sıtma ölüme göre yeğlenecek bir şeydir. Daha büyük bir
kötülüğe göre daha az kötülük, Spinoza’nın belirlemelerine göre bize sevinç
vermesi gerekir yahut verir. Ne de olsa ölümden kurtulmak, sıtmayla birlikte
yaşamak olsa da bir sevinçtir. Spinoza korkuyu bir arzu durum olarak
belirleyerek, kendi evreninde ona içsel koşullarda yer ayırmış gibi
görünmektedir.
Ancak
korkunun salt içsel olmadığı da ortadadır. Dilimizde yaygın içeriğine göre
korku, tehlike yahut tehlike fikrinin uyandırdığı kaygıdır. Buna göre tehlike dışsal
bir şey olsa gerekir çünkü insanın kendi doğası kendisi için tehlikeli olamaz.
Tehlike fikriyse içseldir. O halde korkuyu iki durumda farklı anlamamız
gerekir. Zehirli bir yılanla karşılaşanın duyduğu korkuyla, yılan fobisi olanın
korkusu arasında bir fark olsa gerekir. Birincisi gerçek bir tehlikedir.
İkincisiyse zihnimizin bir sanısıdır, olası bir tehlikeyi gerçek bir tehlike
haline getiren bunaltısıdır. Etica’yı okumuş olan herkes bilir ki bu ayrım
Spinoza için önemsidir ama ben önemli buluyorum.
Çocukken
anlatılan canavar, cadı vb. korkunç şeyler içsel bir kaynaktan beslenen
korkunun kaynağını oluşturmaktadır. Bu açıdan bakılınca sanki gerçekten korku
öğrenilen bir şeymiş gibidir. Ama bence öğrenilen şey korku değil, korku
sanısıdır. Dışarıda canavarların olduğuna yönelik zihnin sanısı, canavar olsun
olmasın bütünlüğümüzü parçalayan bir dehşet üretir. Bu sanıyı deneyimler de
alevlendirebilir, kültürel etkilenmeler de… Sözgelimi masallar, hikayeler,
anlatılar, filmler vs. Kimi zaman bu sanı giderek zihnimizde bir düğüm
oluşturur ve fobi diye adlandırılan zihinsel bir bozulmaya dönüşür.
Öğrenilmeyense
korkunun kendisidir. Korku canlılığın bir hali, bir durumu ve gerekliliğidir.
Korkmayan canlını türü hayatta kalamaz. Bu nedenle canlı demek korkan demektir,
dense yeridir. Bu yüzden bir canlı türü
olan insan da korkuyu öğrenmez, öyle olsaydı korku evrensel olmazdı. Herkes
için geçerli yahut herkeste geçerli olamazdı. Ama biz biliyoruz ki korkusuz
biri yoktur, sadece korkularıyla baş edebilenler vardır. Korku ölene kadar
bizimledir. Üstelik bilinçle de ilgisi yoktur dolayasıyla her canlı için bu
belirleme geçerlidir.
Canlılığın
bir hali, bir durumu olan korku aslında harika bir şeydir. Bütünlüğümüzü
korumamızı sağlar, kederle etkilenmemizi önler ve kendimizi gerçekleştirmemize
yardımcı olur. Özsel olarak her insan kendi varlığını sürdürmeye
koşullanmıştır. Bu belirlemede hiç şüphe yoktur. Peki, insan onca tehlike
içinde kendi varlığını nasıl sürdürebilir? Tehlikelerden nasıl uzak kalmayı
başarabilir? Elbette ki korkuyla… Korku zarar görmemizi engellemeye dönük
sigorta işlevi görür… Korkumuz sayesinde gereksiz riskleri almayız yahut kısmen
de olsa tehlikelerden uzak durmayı başarırız. Kısmen diyorum çünkü hayatın
kendisi bir kaçma/kovalama ya da av/avcı düzeneğidir. Dolayasıyla her türlü
canlılık varoluşsal olarak tehlike üretir. Arılar sokar, yılanlar ısırır,
tırtıllar bile öldürücü olabilir… Korku bizi kolay av olmaktan yahut
saldırılardan korur. Bizi önlem almaya yahut sakınmaya iter. Sadece canlılardan değil, doğanın bütün
tehditlerinden sakınmamıza yardımcı olur.
Bu
haliyle korku çok sağlıklı bir şeydir. Sanki ne kadar çok korkarsak o kadar iyi
olur. Ama öyle olduğunu sanmıyorum. Kaynağı olan tehlikeyle orantılı olmayan
korku sağlıklı değildir hatta tehlikelidir. İnsanın bütünlüğünü bozan içsel bir
yara gibidir. Diyelim yılan fobisi olan biri, zihnindeki bu korkuyla kendi
doğallığında varlığını sürdüremez. Sadece yılanla karşılaştığında değil, onu
çağrıştıran, onun imgelemini uyandıran her şey karşısında irkilir. Dolayasıyla
bütünlüğü bozulur. Dahası insan çağrışımsal bir zihne sahiptir; her şey her
şeyi hatırlatır ve böylece bellek canlı kalır. Tehlikeyle korku arasındaki
denge iki türlü de bozulabilir. Fobiye de dönüşebilir umarsızlığa da… Fobi,
içsel olarak bütünlüğümüzü parçalarken, umarsızlık bizi tehlikelere açık
bırakır. Yılanlara karşı umarsız olan birinin yılan tarafından sokulup
zehirlenmesi pek olasıdır.
Tehlikeyle
korku arasındaki bu denge bozulmadığı sürece korku olumludur. Denge ne yana
bozulursa bozulsun korku korkan için olumsuzdur. Sadece korkan için değil
çevresi için de olumsuzdur. Yılan fobisi olan biriyle kampa gidemezsiniz,
gitseniz bile tedirginliğinden kampın tadı kaçar. Ama bu pek masum bir
durumdur. Tehlike/korku arasındaki denge bozulduğunda daha ürkünç şeyler ortaya
çıkabilir ve ben aslında daha çok bu konuya dikkat çekmek isterim. Bunun için
korkunun bulaşıcılığından da söz etmem gerekir.
Zihnimizin
koşulları ortak olduğundan ve her öğrenilenle birlikte zihin yeniden
yapılandığından deneyimlemeden bile korku öğrenilip sanıya dönüşebilir. Bundan
hiç kuşkum yok. O halde diyebilirim ki korku bulaşıcıdır. Kültürel korkular bu
belirlemeyi kanıtlayacak niteliktedir. Her kültürde ortak korkular vardır.
Sözgelimi Kızılderili manituları yahut Himalaya bölgesindeki yeti hikayeleri…
Nasıl abartılı korku insanı eylem ve etkinliklerden alıkoyarsa, benzer şekilde
toplulukları da eylem ve etkinliklerden alıkoyar… Dolayasıyla abartılı korku
toplumsal kedere neden olur.
Abartılı
korku karşısında edilgen olan insan veya topluluk bile olumlanabilir. İnsanın
güvenlik duygusunun bir sonucu olarak da görülebilir. Ev duvarları, kale
duvarları buna iyi örnektir. Ancak unutmamak gerekir ki duvarlar sadece
dışarıdakine karşı bizi korumaz, aynı zamanda bizim de dışarıyla bağımızı
keser. Sadece kale duvarları içinde yaşayan bir topluluk kendini
gerçekleştirebilir mi? Bir de bu duvarların insanın zihninde olduğunu düşünün…
Bu nedenle böyle bir olumlama şüpheli hatta tehlikelidir. Abartılı korku her
haliyle insan için uyarsızdır.
Tehlike/korku
arasındaki denge bazen kasten de çarpıtılabilir. Sözgelimi komşu topluluğun
onların varlığını ortadan kaldırmaya yönelik arzularını abartan birinin
korkusu, toplulukta karşılık bulabilir. Bu durumda korku şiddete dönüşecektir
çünkü abartılı korku, korkulan şeyi ortadan kaldırmaya yönelik yoğun abartılı
bir arzu uyandırır. Dolayasıyla yan yana
yaşayan iki topluluğun birbirlerine yok edercesine savaşmasına neden olabilir. Bu
açıdan bakıldığında korku önce savunma dayanışmasını üreten olumlu bir etkiye
sahiptir. Ama korkaklıktan doğan dayanışma, korkulan şeyi yok etmeye yönelik
bir şiddet üretir ki bu da geçmişte yaşanan birçok olayın özsel nedenidir. Ne
kadar çok korkulursa o kadar çok dayanışma aranır ve ne kadar korku dayanışması
çoğalırsa o kadar şiddet barındırır.
Dayanışma
deyince şüphesiz aklımıza otorite gelir. En küçüğünden en büyüğüne otorite
korkudan beslenir. Mafya denilen örgütlenme incelendiğinde bu süreç rahatlıkla
ortaya çıkarılabilir. En çok korkanlar en çok saldıranlar haline gelir. Bu
nedenle abartılı korku abartılı şiddet üretir bile denilebilir. Demek ki korku
tarihsel birçok şeyi açıklayacak bir ipucudur. Bu nedenle tarihçilerin korkuyu
konu edinmeleri kaçınılmazdır. Ne de olsa toplulukları harekete geçiren her şey
tarihçinin ilgi alanına girer. Bu bakımdan korku tarihsel bir olgu olarak
değerlendirilebilir.
O
halde diyebilirim ki; tehlike/korku dengesi bozulmadığı sürece korku sağlıklı
bir şeydir. İnsanın kendini gerçekleştirebileceği ortamlar oluşturur. Güvenli
kentler, güvenli evler olmadan insan nasıl kendini gerçekleştirecek gönül
ferahlığına kavuşabilir. Tembellik edebilir, düşünebilir yahut rahatlıkla
tartışabilir. Sürekli korku içinde insan ömrü de kısalacaktır çünkü korku hali
bedenimizde özel salgılar üremesine neden olur. Bu salgılar bedenimizin
taşıyamayacağı çokluğa ulaşabilir ve bedenimizin kimyasını bozar. Bu yüzden
tehlike/korku dengesi ömür uzatacaktır. Tehlike/korku dengesindeki korku
öğrenilen bir şey değildir. Doğamıza içkindir, bizimle birlikte vardır.
Öte
yandan tehlike/korku dengesinin bozulduğu haller öğrenilebilir, bulaşabilir
hatta tehlikeli olabilir. İlk haliyle bu denge bozulduğunda abartılı korku ve
sonra da fobiye dönüşebilir. Fobiler varlığın düzenine uygun bir zihnin
oluşmasını engeller. Sözgelimi yılanın doğadaki düzen içindeki yeriyle, fobi
sahibi olan birinin zihindeki yeri uyarlı değildir. O halde zihni fobi ile
düğümlenmiş biri ne doğayı, ne varlığı ne de kendini upuygun anlayabilir.
Fikirlerinin çoğu bulanık olacaktır. Bu tür bir zihin daha az etkin ve daha
kederli bir ömre işarettir.
Öte
yandan abartılı korkunun kitlesel bir isteriye dönüşmesi de pek olasıdır. Bu
isteri şiddet üretebilir ve şiddet bu korkunun nedeni olarak görülen herhangi
bir kimseye, bir şeye yahut topluluğa dönebilir. İnsanın kitle halindeki şiddet
eğilimi korkunçtur. Tek başına hiçbir insanın yapmayacağı türden şeyler
yapmasına neden olabilir. Tek başına bir insana tokat bile atmayacak biri kitle
içindeyken içinde insanlar varken binaları ateşe verebilir. Geçmişe bakan biri
bunun pek çok örneğini bulacaktır.
O
halde diyebilirim ki korkudan korkmamız gerekir. Ama özellikle abartılmış
korkudan korkmamız gerekir. Bu nedenle tehlike/korku dengesini korumaya çaba
sarf etmeliyiz. Bilerek yahut bilmeyerek çevremize korku bulaştırmamalıyız.
Peki bu mümkün mü? Sanmıyorum. Ama temenni ediyorum. Çocukları tehlikeden
uzaklaştırmak için uydurulmuş korkular düşünülünce bunun mümkün olmadığını
anlayabiliriz. Ama öte yandan zihnimiz bir şeyin bilincine varınca artık o
konuda duyarlı hale geliyor. Bu bakımdan örneğin ben başkalarına korkularımı
bulaştırmayacağımı sanıyorum. Umarım bu yazıyı okuyanlarda da böyle bir etki
oluşsun.