şahin dursun şahin dursun

Kırmızı Elbiseli Kadın

Kırmızı elbiseli kadını ilk kez gördüğümde, beni bu kadar etkileyen şeyin ne olduğunu anlayamamıştım. Bir kafede, iki masa ötemde oturan ve etrafa cömertçe kahkahalarını sunan bu canlının, insan şeklinde bir verici gibi bana doğru alışılmadık sinyaller göndermesi ve benim bir paratoner gibi ondan gelen her şeyi emmem, bu zamana kadar böyle bir alışkanlığım olmadığından bana oldukça garip gelmişti. Tutkunun ve aşkın rengini, böylesine hoyratça taşıyan vücudunun, içinde bir yerlerde aynı kızıl renkte atan yalnız ve üzgün bir kalbi sakladığını hissediyor, onu onarmak için yanıp tutuşuyordum.

 Arkadaşına gülerken oldukça mutlu gözüken gözleri ve bir yandan da güzelliğiyle caka satan, içten içe kibirli olduğunu sezdiğim donuk mimikleriyle; etrafa oldukça kayıtsız bir şekilde, başından geçen bir şeyi anlatıyordu. İki masa ötede olmasına rağmen etraftaki seslerden dolayı hiçbir şey duyamıyor fakat aklımın aradaki boşlukları doldurup dört başı mamur bir öykü anlatmasına da engel olamıyordum. Kırmızılı kadın üç yaşındaydı, bir beşiğin ortasında, üzerinde kan kızılı bir battaniye ile duruyordu. Bebeklerin olur olmaz ağlamalarının aksine, sakin ve huzurlu bir şekilde tavana bakıyor, bir gün dönüşeceği o koca kadın olmaya şimdiden hazır gibi gözüküyordu. Acıkmayan, susamayan, yorulmayan bedeni günden güne büyürken, diğer çocukların sağa sola koşuşturmalarına dalga geçer gözlerle bakıyor, onları anlamıyormuş gibi gözüküyordu. Şimdi beş yaşındaydı, elinde kan kırmızısı bir bebekle koca bir salonun ortasında, mavi bir elbise ve başında kan kızılı bir kurdele ile aklımın onu izlediği yere doğru bakıyor, sanki ruhumu görüyordu. Hayal âleminde hızla geçen birkaç yıldan sonra elbette okula gidiyordu. Derslerinde iyiydi fakat çok çalıştığından değil, öyle olması gerektiğinden. Sınıfındaki çocuklar, onu görür görmez ona âşık oluyorlar, her gün altında farklı bir erkeğin adının yazdığı aşk notları alıyordu. Sınıfın tam ortasında duran sırasında otururken sıkılmış gibi görünüyordu.

İlgiye, onu isterken engellenemez bir tutkuyla sahip olmak isteriz, onu istemediğimizde ise her zerresi binlerce kilo bir yük gibi üstümüze yapışır kalır. Kan kızılı çantasıyla sınıftaki sırasında yalnız başına oturan yedi yaşında bir kız çocuğu olarak, kırmızılı kadın ilgiden daha yedi yaşındayken sıkılmıştı. Oysa önünde, ona sonsuz ilginin akacağı uzun bir hayat vardı. Gözlerimin olması gereken, fakat görünmez olduğum bu hayal âlemindeki gözlerime, keskin bir bıçak gibi bakıyor, sanki mahremini açık etmişim gibi bir tavırla göz deviriyordu. Henüz on beş yaşına yeni basmıştı, lisedeydi, en arka sırada oturuyordu. Erkeklerden sıkılmış, kalabalık bir kız grubunun ortasında, her anlamda korunduğu bir arkadaş grubuna liderlik ediyordu. Etrafını kale gibi çeviren çeşitli liseli kızlardan bir kalkan oluşturmuştu. Bu kalkan onu o kadar iyi koruyordu ki, hayalimde bile ancak yüzünün yarısını görebiliyordum. Saçını kestirmişti. Küt, cesur bir model seçmişti. İçten içe fazla cesur olduğunu düşünüyordu, fakat arkadaş grubuyla bu düşüncesini paylaşırsa özgüvensiz olduğunu düşünebilirlerdi, bundan dolayı bu konuda ağzını bıçak açmıyordu. Aradan birkaç yıl daha geçiyordu. Aklımın ısındığını hissedebiliyordum. İlk kez bir erkeğin ilgisini sevmişti. Onunla bir masada oturup saatlerce konuşabiliyordu. Üzerinde yeşil bir kazak ve uymasa da kolundan ayırmadığı kan kızılı bir saati vardı. Kot pantolonunun üzerinde şerit şerit kesikler, sanki kendi eseriymiş gibi duran ve iki şerit arasında uyumsuzca göz kırpan bir yılan dövmesini gizliyordu. Arada bir yerde dövme yaptırmıştı. Sırtında da bıçak şeklinde bir dövme vardı. Etrafında lisedeki kızlardan hiçbiri kalmamıştı. Kalkansız ve sırtında bir bıçak, bacağında bir yılanla, hayatla tek başına savaşıyordu.

 Kahvemden bir yudum daha aldım. Zor zamanlara geliyorduk, hissediyordum. Bir yıl sonra, baba evinin en büyük odasında, üzerinde mükemmel bir gelinlikle bir kuğu gibi görünüyordu. Belinde kan kırmızısı bir kurdele vardı. Annesi zorla takmıştı. Yüzünde, sonsuz mutluluğa yelken açan birinden çok, bir zorunluluğu yerine getiren birinin ifadesi vardı. Damat, masada konuştuğu çocuktan başkası değildi. Ona güvenmiş ve aynı dönemde başka bir hata yapmıştı, fakat artık dönüş yoktu. Çok güzeldi, çok gençti ve çok saftı. Birden ağlamaya başladı. Lavaboya koşarken elini ağzına götürmüştü. Kimsenin kustuğunu duymadığını umarak aynadaki yüzüne nefret dolu bir bakış attı. Bulantılar başlamıştı. Lanet olsun, diye fısıldadı aynadaki yansımasına. Nikâh memurunun ona uzattığı büyük defteri imzalarken, göğe doğru bakıyordu. Aile cüzdanını almadı. Burada bir aileden ziyade bir anlaşma vardı. Kontrat vermeleri gerekirdi. Bir an sonra mutsuz, karnı burnunda bir kadına dönüşüyordu. İçinde büyüyen canlıdan tiksinen fakat elinden bir şey gelmeyen, kocasına da iğrenerek bakan, gözlerinin altı uykusuzluktan ve pişmanlıktan morarmış bir kadın oluyordu. Beş yıl geçti. Kırmızılı kadın, kendine çok benzeyen bir kız çocuğunun elini tutuyordu. Kendi çocuğu olmasına rağmen sevgisizce baktığı, dünyada olmaması gereken bir canlıymış gibi izliyordu onu. Parkta oynarken onu görebileceği bir banka oturmuş, ara sıra elindeki telefona bakıyordu. Gergindi. Ekranda bir mesaj görünüyordu, “babasının ben olduğumu o adama ne zaman söyleyeceksin?” Gergin bir nefes verdi. Banktan kalkıp çocuğun yanına gitti, sertçe elini tuttu. Yürüdüler.

 Parkın taşlı yolundan, anne kız el ele yürürlerken, iki masa ötemdeki kadın kalkıp, montunu giyip gitti. Hafif bir baş selamı vermiş gibi hissettim, oysa bunu gösterir tek bir hareketi olmamıştı. Kahvemi bitirdim, kalktım. Öğle aralarından sonra hep geç kalıyordum, bu alışkanlığımı bırakmam gerekiyordu.

devamını oku