Geçip giden bir çağ gibi öğrendim yalnızlığı
belledim zamanın yürüdüğünü kaderin peşi sıra
güneşe giden yolda
bir kürek gibi saplandım karanlığın toprağına
saplandım da bir hayat ışığı sürdü göğsümü
bir kâhinin sözleri gibi sürüdü
dişlerimi geçirdiğim siyahın boynunda
anladım koca dağların huysuzluğunu
hayat, siperleri derin kazdığım bir öğlendi
akşam vakti sonra oturup düşündüm kıyameti
cabülka dedim sınanmışlığım alamet
ve her tepeüstü düştüğümde yumuşaktı
sesinin gölgesinde dünya denen hayalet
ah gördüm…
görmez olaydım aşktan ahrazdır sular
oyy dolu dizgin atlar geçer eşyanın yüreğinden
niyaz eylesen varılacak varı yoğu bir ahh’tır öte
ey asâsı varoluşun, ey inleyen nay
göğsü iyice daralmış geceden kan misali sızar
olan neyse odur açıldıkça rengi dervişe
ve beyaz oklarla dağlanır insan denen saray
şu görklü konak şu yavaşça birdenbire akmak
tepeden tırnağa ne’yin peçesidir yaşamak?
kâğıt gibi yırtılan şu yaşamak perdesinin
ardında yâr ardında ebed ardında ölümsüz şafak