sevgi deniz sevgi deniz

Şemsiye

“Tıpkı birinin evinde unutulan şemsiye gibi kayboldum işte” fakat yine de bir ömür yağan yağmurların kokusunu taşıyorum üzerimde. İçim eskisi kadar parlak değil, pas tutmuş tellerim güç açılıyor belki. Ama o kadar çok yağmurla gökyüzünü paylaşmanın bir bedeli olmalı değil mi? Şimdilerde tek kişilik bir şemsiye olsam da bir zamanlar, yaprak çıtırtıları eşliğinde adımlanan muhabbetleri saklıyorum içimde.  En çok da yağmur yağdığında geliyorsun aklıma. Gelip paslı tellerime dokunuyor, yeniden açılmam için zorluyorsun beni. 

İşte yine birkaç satırla düştün önüme. Zarfın içinden çıkan fotoğraf ne çok şey anlatıyor: Soğuk bir kışa bakan camın önüne yerleştirdiğin menekşe, kucağında bebe yeleği giydirdiğin küçük elli yavrun, omuzlarına düşmüş yorgun saçların...  Hikayeni bütünüyle resmetmişsin. Tamamlayabildin mi düşlerini?  Pencereden bakman,  yarım bir şeylerin varlığını hissettiriyor gibi. Bir kış gününün kar sessizliğinde, camdan sokağın başını izliyorsa insan; henüz eksiktir hayat. Ne vadetmişse onun için, bekletiyordur hepimizi. Saçaklara asılı kalmış buzdan sarkıtlar gibi mevsimi geldiğinde düşüp tuzla buz olsun diyedir tüm beklentiler.

Ben de öyle bekliyorum işte penceremin önünden gelip geçen mevsimleri. Sana yazayım istedim de yazdıklarım ne mor renkli menekşeler çağrıştıracak, ne yağmur altında yapılan bir akşam yürüyüşünü. Kokusunu kaybetmiş bütün kelimelerim. Sen kadar koca yürekli de değilim ki daracık dünyamı bir saksıda büyütebileyim. Soğuk duvarları sana ait mısralarla yaza çevirme becerim de yok. Tek kişilik yaşadığım günleri senden kalanlarla çoğaltmayı başaramadım. Yaş günümde bir kutuda yolladığın kırk mektubu hâlâ saklıyorum. Kırk kez okudum desem yalan olmaz. Yıllar geçti hâlâ cevaplarını tamamlayamadım. O kadar soruya bir cevap yazamadım işte.

Ama dedim ya içim paslı bir şemsiye,  açılamıyorum eskisi gibi. Ne yağmura direncim var artık ne sert bir rüzgâra. Orta halli bir esinti bile beni ters yüz etmeye yetiyor artık. İnsan sıkı sıkı tutan elden mahrum olunca savrulup giden eski bir şemsiyeye dönüyormuş meğer. Hangi kapının arkasında kaldığımı ben bile bilmiyorum. Sen, bu kadar zaman sonra bulabilecek misin beni? Diyelim ki çıkıp geldin. Unuttuğun yerde duruyor muyum ki hâlâ? 

Ardımızda bıraktığımız hiçbir şey eskisi gibi taze kalmıyor. Yağmurlar çürütüyor, rüzgârlar dağıtıyor. Soğuk bir gerçekle örtüyor onları zaman. Sonra da bambaşka yabancı bir mevsimde, bizim olmayan bir sabaha uyanıyor bütün yaşananlar. Öyle kimsesiz ve yabancı kalıyor ki geçmiş, boğazda düğümlenen bir avaz gibi yumruk olup oturuyor içimize. Yutkundukça çörekleniyor bir başkasının günahı gibi nefesimiz. Ne alabiliyor insan ne rahatça içine çekebiliyor.

Geride kalan hiçbir şeyi özleme sakın. Tanıdık, bildik sokakları başkaları adımlıyor hayli zamandır. Aydınlık sabahları başka gözler karşılıyor. Başka eller doyuruyor artık senin her sabah mama dağıttığın kedileri. Yabancı eller okşuyor tüylerini. Her cuma uğradığın giriş kattaki ihtiyar kadın, artık orada oturmuyor. Geçen gün ziyaretine gittim. Denize karşı, manzarası hoş bir aile kabristanında yatıyor ne zamandır. Selamını söyleyemedim ama hep götürdüğün güllü lokumdan koydum başına. 

Demlikte yarım kalan çayları ise sessizlik içiyor. Kahvaltılarda kızarmış ekmek kokusu, taze simit bile yok. Onu da doktor yasakladı. Öyle ya da böyle bir şekilde hayatın lezzeti elini çekiyor ömürden. Yaş aldıkça everiliyor her şey; tamdan yarıma, doludan boşa, yazdan kışa, çoktan aza...

Ben yine uzattım satırları... Ne kadar yazarsam yazayım, sana hiç gelmeyecek bir mektup daha bırakıyorum masama. Ne fark ediyor ki artık. Ha bir eksik ha bir fazla...

devamını oku