h. ihsan sönmez h. ihsan sönmez

Salih Hocanın Ağaçları

Küçük bir kasabanın tarihi konağında, misafir odasının duvarını süsleyen siyah beyaz çekilmiş, sonradan renklendirilmiş çok eski bir fotoğraf asılıydı. Uzun kızıl sakallı, mavi gözlü bir adamın fotoğrafıydı. Aklımın erdiği zaman bu kişinin kim olduğunu sorduğumda; annemin gözleri yaşarmıştı. O “benim babam” “senin de deden” demişti. Dedem ve annem sonsuzluğa göçeli uzun yıllar olmuştu. O fotoğraftaki adamı hiç tanımadım. Annem, babasının mazisi hakkında çok az bilgiye sahipti. Kesin olarak bildiği dedem Ordu’nun Yağızlı Köyü’ndendi,  çocukluğunda İstanbul’a yerleşmişti. Subaydı, alay müftülüğü yapmış bir din adamıydı. Görevli bulunduğu Erzincan’da meydana gelen  büyük depremde ailesi enkaz altında kalmış, eşi ve iki çocuğunu kaybetmişti.  Rahmetli annem o depremden kurtulduğunda henüz kundakta bebekmiş. İşte o adam Salih Hoca’ydı ( Salih Çaygan) ve beni Ordu’ya bağlayan en güzel geçmiş, en eski fotoğraftı. Hikâyesi yaşadığı yıllardan daha uzun ve yürek yakıcıydı. Bu nedenle Ordu denen yeşil şehir, bir hikayenin peşine düştüğüm yerdir benim.

Ünye’nin yerel gazeteleri boy boy resmimi basmıştı. Yaklaşık bir ay öncede Hürriyet gazetesinde haberim vardı. Siirt’te yedi şehit verdiğimiz bir terörist pususundan kurtulan tek kişiydim. Duyarlı bir gazetecinin bunu manşetlere çıkarmasıyla Ünye Jandarma Karakol Komutanlığına atanmam işte böyle bir yılda oldu. Benden önce, Ünye’ye pusu haberi ulaşmıştı. Alay komutanı, emniyet müdürü herkes bu olayı soruyordu. Hem çok yorgundum hem de terör mağduruydum. Mucize denebilecek bir tutunuşla hayatta kalabilmiştim. Halk dilinde “Öldürmeyen Allah, öldürmez” denilen mucize gerçekleşmişti. Bu nedenle biraz dinlenmem için Ordu’nun en güzel ilçesine atanmıştım. Ordu ne ifade ediyor diye sorulsaydı, Karadeniz’e baka baka yaralarımı sardığım, ruhumu onardığım coğrafya derdim.

Hayalimde hikayesi olan şehirdi Ordu. Defalarca atanma istek formuna Ordu’yu ilk sıraya yazmama rağmen sonunda görev yapmak nasip olmuştu. Onca işin arasında anneme dair hikayenin en başına gidebilirdim artık. Göreve başlamamın üçüncü ayında sivil bir araçla, resmi üniformayla Ordu il merkezinin yolunu tuttum. Muhteşem bir kıyı şeridiydi. Yol boyunca tirsi balığının ızgara dumanı yayılıyor, hırçın dalgalar en güzel şarkısını benim için söylüyordu. Hiç bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. İnsanın mazisini araması işte böyle bir şeydi. Rastladığım ilk kişiye Yağızlı  Köyü’nün yolunu sorduğumda “Boztepe yolu ayrımından, sağa dönmeden devam edeceksiniz, o yol sizi götürür, “dedi. Merakım bozuk köy yolu, düşüncelerim fındık dalları gibiydi. Karşıma ne çıkacaktı? Jandarma yol sormazdı ama ben sora sora gidiyordum. Yaklaşık bir saat yolculuktan sonra Yağızlı’ya  ulaştım. Yoksa bir köyün mahallesi miydi şimdi tam hatırlamıyorum. Yanımda yol arkadaşım da vardı ama kimdi, onu da hatırlamıyorum. Köyde karşıma çıkan ilk yurdum köylüsüne sordum. “Salih Hoca’nın akrabalarını arıyorum.” Resmi kıyafetli olduğum için köylülerde çekingenlik vardı. Birkaç kişiye sordum cevap alamadım. Ya bilen yoktu ya da biliyor da bana söylemiyorlardı.  Derme çatma köy kahvesine girdim, içerdekilerle konuşurken, dışarda konuştuklarım çoktan köyün altını üstüne getirmeye başlamıştı. Fısıltı köyün her evine ulaşmış olmalıydı. İkram edilen çayı henüz bitirmiştim ki elli yaşın üzerinde esmer tenli, rüzgârın yıprattığı bir çehreye sahip adam, nefes nefese yanıma yaklaştı, Salih Hoca’yı arayan siz misiniz, dedi. İlgisinden ve sorusundan bir şey bildiğini anlamam zor olmadı. Neden köye geldiğimi ve Salih Hoca’yı niçin sorduğumu çok merak ediyordu. Ona kısa bir hikaye anlatmak zorunda kaldım. Adamın yüzü gülmeye başladı, başını sağa sola sallayarak “Allah Allah, işe bak yahu” dedi ve kendisinin Salih Hoca’nın amcasının oğlu olduğunu söyledi. Sonra koluma girerek beni, amcasının köyün dışındaki üç katlı yeni yapılmış evine götürdü. Evin sahibi ailenin en büyüğüydü, yetmiş yaşlarındaydı. Gözleri Salih Hoca’nın fotoğraftaki gözlerine benziyordu. Beni kapıda karşıladı ve içeri davet etti. Oldukça şık döşenmiş salona girdiğimde gözlerime inanamadım. Kastamonu’da bizim konaktaki fotoğrafın aynısı burada da asılıydı. Nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Beni hemen sahiplendiler. Salih Hoca’yla ilgili bilmedikleri çok şey vardı. Çünkü Salih Hoca çocuk yaşta köyden ayrılmış, medresede din eğitimi almış, sonrada subay olarak ordu saflarına katılmıştı. İstanbul Ömerli’ye yerleşmekle birlikte Anadolu coğrafyasının her yerinde görev yapmıştı. Bu nedenle köyle bağı tamamen kopmuştu. Sadece bir kez Yağızlı’ya geldiğini ev sahibi yaşlı adam heyecanla anlattı. Ben de onlara hikayenin eksik kısmını  tamamladım. Ünye’ye dönüp iki hafta sonrada bir otobüs dolusu Ordulu akrabamı kapının önünde görünce, gerçekten gözyaşlarımı tutamadım. Diyeceğim; Ordu, benim için bir fotoğrafla başlayan hikayenin hayalden çıkarak gerçeğe dönüştüğü yerdir.

Hayatım görevli olarak Anadolu coğrafyasını gezmekle geçti. Bunun sevgiyle dolu beş yılı Ordu’nun dağını taşını hissetmekle renklendi. Hamsi kıtlığında balıkçıların deniz salyangozlarına tutunmasını, Yunus Emre Parkı’nda çay içerken Yunusların geçişini hiç unutmam. Çaybaşı’nın ilçe oluşunda çalan davul sesleri halâ kulağımdadır.  En çok dere boylarını severdim, bir de köy yollarından kuşbakışı Karadeniz’i seyretmeyi.  İlküvez’de, Tekkiraz’da gökgürültüsünü ıslak yaşadım, Fatsa’da  gökkuşağının altından  kuruyarak geçtim. Beldeye güneş vursun diye dağı dilimleyen doğa aşçıları gördüm. Efilli sahilinde batık gemi pasından midye çıkarmışlığım, Ayışığı kafede güneş batımında şiir yazmışlığım, Boztepe’den şehre süzülmüşlüğüm çoktur. Akkuş yaylasında su içtiğim çeşmem var benim. En güzel fındık, Perşembe’nin sahilindedir. Fındıkları harmana sermişliğim var benim. İlkbahardan bozma kış gününde fındıklara don vurması talihine küstürürdü vatandaşı. Görmüşlüğüm var. Ulubey’de Çatalkaya’da selden kurtardığım çocuklarım var benim. Arıcıların kovan yüklü kamyonlarla köye dönüşleri balistik bir şölendir. Orman gülünün karıştığı kestane balı doğal bir sarhoşluktur. Sayacabaşı’nda et yememiş ızgara çevirmemişseniz, başka yerde yemiş sayılmazdınız. İnsanın önce ruhunun doyduğuna tanıklığım var benim. Gürgentepe, ah o bulutlar ülkesi! Ne çok sevmişliğim var seni. Dokuz Dolambaç’ta siste el feneriyle yol bulmuşluğum, paletli kar aracıyla mesaiye gitmişliğim, sarkan buzlarla dostluğum var benim. Gölköy’de yolda mahsur kalmışlığım, Mahmat Yaylası’nda patates çıkartmışlığım, Mesudiye’nin teneke çatılarında kar yığınlarım var benim. Kıssadan hisse Ordu’da en değerli dostlarım hatta Gürgentepe belediye meclis kararıyla verilmiş fahri hemşehrilik beratım bile var benim. Anlatmaya başlasam bir hafta susmayabilirim. Ama gerçekleştirdiğim bana özgü  bir şey var. Farklı olmayı yazmak kadar severim. Ulubey yeni ilçe jandarma binası dönemimde inşa edildi. Oranın çevre düzenlemesini yaptım ve yaptırdım. Ön bahçeye “Ne dikebilirim?” diye düşünürken, bir ağacın ismine rastladım. Ulubey’de yetişir mi yetişmez mi diye araştırdım. Toprak tahlili yaptırdım. Gel gelelim o ağacın fidanlarını bulmak çok zordu. Fidanların sadece Yalova’da merhum Hayrettin Karaca’nın kurduğu botanikte bulunabileceğini öğrendim ve orayla iletişime geçtim. Sadece on iki adet sekoya fidanını güçlükle temin edebildim ve Salih Hoca’nın anısına  Ulubey’e diktirdim.  Bir  sırrımı ilk defa sizlerle paylaşıyorum. Şimdi hepsi,  bir hikayesi olan çok büyük  ağaç olmuşlar. Bunlar öyle böyle ağaç değil boyları yüz otuz metreye ulaşabiliyor. Gövdelerinden bir tır geçebilecek kadar büyüyorlar. Bir gün o ağaçları görürseniz bu hikâyeyi, bendenizi ve Salih Hoca’yı hatırlayın. Diyeceğim, ruhumuz Ordu’dadır bizim. Kuşuna, kurduna, yurduna çok selam olsun. Muhteşem insanların yaşadığı o şehirde birkaç dikili ağacım var benim.

devamını oku