gürsel akbulut gürsel akbulut

Bozkırın Hüzün Rengi “Sarı Otlar”

Yağmur çamur demezdim
Koşardım ardın sıra
Sarı otlardan yolları vardı,
Sana gelişlerimin... 

Bütün kış boyu kar altında kalan toprak beklenen bir iştiyakla yeniden canlanır.  Cemreler toprağa düşerken baharın sevinç ve neşvesini de beraberinde getirirdi. Ortalık bir anda şenlenir yeşile bürünür. Çimenler bir halı gibi serilir bozkırın sinesine. Kardelenler, geven otu, kır çiçekleri boy boy açarken ekin tarlasında gelincik çiçekleri buğday filizleriyle yarışır.  Anadolu’nun tam ortasında yöreye özgü endemik bir denizdir artık o.

Alabildiğine uzayıp giden bozkır toprakları ile masmavi uzayıp giden deniz suları birbirine ne çok benzerler. Her ikisinin görüntüsün de gökyüzünün derinliği ve sınırsızlığı vardır. Buda bizi sınırsız bir âlemin mistik yolculuğuna sürükler. Düşmeyesin bir kere peşine, her ikisi de alıp götürür bizi kozmik dünyanın dehlizlerine. Hey hat, kayboluruz. Biz yine de en kolay olanına dönelim aklımızın aldığına, ayaklarımızın yere değdiğine.    

Gündüzleri hayallerimizin bulutlarla resmedildiği masmavi bir tuval gibidir gökyüzü.  Geceleri ise üstümüze örtülen siyah bir yorganın dantelasından yayılan ışık huzmeleri gibi yıldızların en net izlendiği yerdir bozkır. Kalbi hüzünlüdür ama gözlerinde nem yoktur. 

Hazan mevsimi gelip çattığında kuru sıcaklarla beraber bir yaz rehaveti çöker bu topraklara. Bu mevsimde bolca güneş alırken çok az yağmur yağdığı olur. Bütün yaz boyu güneşte sararan otlar baygın renklerle karşılar güz aylarını. Bütün tabiat, varlıkların sebep sonuç ilişkisiyle “ her şey aslına rücu eder” Sırrının bir tecellisi olarak kuruyup toprağa karışmanın demindedir. O rengârenk kır çiçekleri ve çimenler kuruyup incelmiştir. "şeb-i arus" a hazırlanır gibi sarı gelinliğini giyer.

Yine efkâr çöker gönlümüze.  Haykırışlar da hep bir hüzün ve yakınma vardır. 

Ağacın dallarında neşeli neşeli sevişen kuşlar, ağlaşır gibi ötüşür. Baharın gidişine yas tutar bir Hüma kuşu. Kurumuş ağaç dallarına baykuşlar tüner. Sararan otlara çayırlara baktıkça kabuk bağlar sinenizdeki yaralar. İçlerinde geç kalmış çiçekler de olur. Yorgun ama hoş bir kokuları vardır.

Yağmur suyu ile beslenen bozkır çiçeklerinin toprağın öz evladı olduğuna bir kez daha şahit olursunuz. Onların kültür bitkileri gibi nazlanmadan kaşını gözünü eğmeden hala tebessüm ederek ışıl ışıl baktıklarını görürsünüz. Bu kır çiçeklerinin solmuş yapraklarıyla bağ bozumundan sonra üzümlerin ve kavunların üzeri örtülürdü,  güneş sıcağından etkilenmesin diye. Ve ardından göçler başlardı. Kına gibi topraklara ince tekerlekleriyle iz bırakan kağnılarla yollara revan olunurdu. 

El etek çekilirken bağlardan bostanlardan. Bir bozlak türküsü salınırdı gök kubbeye doğru çığlık misali. “Aman gine göç eyledi de Avşar elleri / Aşıp aşıp giden eller bizimdir” Yanık sesler göğün derinliğinde kaybolurken, bir tütün daha sarılırdı gümüş tabakalardan.  Duyduğumuz bu yanık sesler yol kenarlarında gördüğümüz sarı otların rengiyle bütünleşerek yeni bir uhrevi güzellik katardı gönül dünyamıza. 

Evlerimize dönerken çıkınımıza alıp geldiğimiz bozkır hatıraları da vardır. Avluların giriş kapısına süs olarak astığımız üzerlik otlarının kokusu daha geçmeden gözlerimiz hep yollarda olurdu. Özlemimiz hiç bitmezdi iyiye ve güzele… 

Bozkırın yüzü hüzünlü,  rengi hep sarıdır. Benzi sarı olanın gönlü hep efkârlı olurmuş.

devamını oku