emel akbaş emel akbaş

Ah Güzel İstanbul: Türkiye’nin Modernleşme Sancısı

Ah Güzel İstanbul filminin iki ana karakteri vardır. Bu iki karakter, iki ayrı kültürü iki ayrı dünyayı temsil etmektedir. Sadri Alışık tarafından canlandırılan Haşmet İbriktaroğlu şehirli ve entelektüel kesimi; Ayla Algan’ın hayat verdiği Ayşe ise taşralı, yükselmeye, önemli hissetmeye aç, işçi sınıfını temsil eder. 

Haşmet, eski İstanbullu, kendini bir şekilde sarayla ilişkilendiren bir aileden gelmektedir. Ah Güzel İstanbul filminin başında anlattığı kısa hayat hikayesinden eskiden varlıklı olan bir aileden geldiğini, sırasıyla babasının ve kendisinin aileden kalan bu serveti tükettiğini, zamane işlerine ayak uyduramayıp, şahsına münhasır bir meslek olan fotoğrafçılıkta karar kıldığını öğrenmekteyiz. Haşmet bu haliyle tipik bir eski Osmanlı entelektüel kesimini temsil etmekte, bu durum ona yeni olan her şeyi eleştirme meşruiyeti kazandırmaktadır. Haşmet düşkün bir eski İstanbul beyefendisi olsa da yaşadığı muhitte hala belli bir saygınlığa sahiptir ve onlarla iç içe yaşar, toplumdan uzaklaşmamıştır, bulunduğu çevrenin yabancısı değildir, aksine onlardan biri olmayı başarmıştır.

Ayşe, 1960’larda şehirde oluşmaya başlayan işçi sınıfının tipik bir üyesidir. Beş kardeşi ile aynı evde yaşarken, kolay para kazanmanın, şöhretin peşine düşerek İstanbul’a gelir. Böyle davranmakla kendini haklı görür, aksi durumda kendisinin de kirli, paslı fabrikalarda sıradan bir işçi olarak hayatına devam edeceğini öne sürerek, şehirde başına gelebilecek en korkunç şeyin bile bundan iyi olacağını düşünmektedir. Ayşe kendini bekleyen geleceği anlatırken bize mensubu olduğu işçi sınıfının yaşam tarzına ilişkin ipuçları sunmaktadır. Ayşe, ailesini kast ettiği “Evde bir boğaz eksildi, gitmemden mutlu olmuşlardır” ifadesi ile işçi sınıfının kendi içinde sofraya bir tabak daha koyma söylemi ile dillendirilen genişlemesinin yarattığı sorunu ortaya koymaktadır. Bölüşülen ekmeğin kendileri için yetersiz olduğuna vurgu vardır.

Haşmet’in mahalleden dostları filmde sıklıkla yer almaktadırlar. Bunların arasında eski bir aktör, balıkçı, mahalle bakkalı öne çıkarken, yine aynı mahallede iki fakülte bitirmiş Leman Hanım, han hamam sahibi Belkıs Hanım gibi kişilerin oturduğu da belirtilerek memur, emekçi, küçük esnaf ve küçük burjuvadan oluşan dönemin orta sınıfının aynı mahallede birlikte yaşadığı anlatılmakta. Haşmet’in onlarla ilişkileri ve onlara yönelik eleştirileri etrafında toplumsal yapının bir sunumu yapılmaktadır.

Filmdeki olayların içine, toplumun üst sınıflarından kişiler de dahil edilerek toplumun geneline ilişkin, sınıflar arası ilişkilere, birbirlerine bakış açılarına yönelik bir değerlendirmenin izlerine rastlamaktayız. Film İstanbul’un eski ve yeni mekanlarında geçer. Jenerik esnasında Boğaziçi’nin panoramik bir gösterimi yapılarak şehrin tarihi dokusundan gelen güzellikleri gösterilir. İstanbul’un dışarıdan göründüğü gibi olmadığı, bu görselliğin yanıltıcı olduğunun eleştirisi Ah Güzel İstanbul ‘un hâkim temalarından birisidir. Şehirde yaşayan seçkin sınıfın eğlence mekanları olan barlar ve şehrin karanlık yüzünü temsil eden pavyonlarda filmdeki mekanlara dahil edilerek bu güzel İstanbul panoramasının içinde aslında neler yaşandığı sıklıkla tekrar edilir.

Haşmet kendi hayat hikâyesini gece meyhane, gündüz çorbacı olan mekânda çorbasını yudumlarken anlatmaya başlar. Burası arkadaşları ile sürekli olarak toplandıkları, yemek yedikleri, içki içip sohbet ettikleri mahallenin erkekleri için bir sosyalleşme mekânıdır. Haşmet bir sokak fotoğrafçısıdır, ata yadigarı fotoğraf makinesi ile Sultanahmet’te müşterilerinin fotoğraflarını çeker. Fonda yer alan Sultan Ahmet ve etrafı yıkıntılar içindedir, İstanbul bu dönemde bir dönüşüm geçirmektedir, ahşap binalarının yerini hızla yeni apartmanlar almaktadır. Bu dönüşüm net bir şekilde fondan izlenebilmektedir.

Filmin ilerleyen aşamalarında şehrin yeni yaşam alanlarından olan apartman olgusu da ele alınmıştır. Apartmanlara yönelik dönemin popüler söylemi olan bir kat kiralayıp döşeme üzerinden gelişen olaylar çerçevesinde, apartmanda yaşanan hayatın aslında çok da güzel olmadığı, mahalle kültürünün burada artık devam etmediği vurgusu yapılmıştır. Bununla birlikte Haşmet’in yaşadığı gecekondu filmin ana mekanlarından birini oluşturur. Dededen kalma yalısının bahçesine gecekondu yapmayı kendine bir hak olarak görmektedir. İçerisini aile yadigârı pek çok antika eşya doldurarak kendine bir dünya yaratır. Haşmet gecekondusuna kulübeyi ahzan  ismini takarak Hz. Yakub’un insanlardan uzakta, oğlu Yusuf için ağladığı kulübesine gönderme yapar. O burada eski günlerine, eski İstanbul için ağlar.

İzmir’de yaşadığı gecekondudan sonra Haşmet’in gecekondusunda kalmak zorunda kalan Ayşe, Haşmet’in gecekondusunun iç dünyasının bu farklılığına şaşıracaktır. Ne de olsa burası Ayşe’nin mensup olduğu işçi sınıfına ait bir gecekondu değil, eski bir İstanbul beyefendisi olan Haşmet’in gecekondusudur, Haşmet’in eskiyi temsil eden şahsiyeti buradan kendini cisimleştirerek karşımıza çıkar.

Film’de toplumu oluşturan sınıfların mekâna ilişkin algılarına da yer verilir. Ayşe’nin tanıştığı genç zengin beyefendi Haşmet’in kulübesini virane olarak görmektedir ve Ayşe gibi saraylara layık bir kabiliyetin bu kulübede sürünmesine gönlü razı olmaz, ona en kısa zamanda bir kat alıp, dayayıp döşeyeceğini söyler. Ayşe şöhreti yakaladığında kendine uygun yer olarak Hilton otelini seçer. Kendine layık katı bulana kadar bu lüks mekân da vakit geçirir, yeni girdiği toplumsal yapı ondan bunu talep eder, modern bir hayat yaşayan bu insanların, modern yerlerde yaşamaları gerekmektedir.

Ah Güzel İstanbul‘da toplumun tüketim pratikleri de karakterlerin davranışları üzerinden eleştirilmektedir. Ayşe, Haşmet’i kendisini süslü şeylere kanmakla suçladığı sahnede, kendisini, onun gibi lüks içinde büyümediğini bu süslü şeylere sahip olabilme hayali ile büyüdüğünü belirterek savunur. Haşmet için hatırası olan metalar kıymetliyken işçi sınıfına mensup bu genç kız için lüks tüketim hayali kurulan bir şeydir.

Ah Güzel İstanbul filmindeki olayların özünü Batılılaşma ve sancılı modernleşme oluşturmaktadır. Popüler olanın geleneksel olanla yer değiştirmeye başladığının vurgusu yapılmaktadır. Örneğin, filmin bir bölümünde Haşmet eski zengin günlerinden tanıdığı arkadaşlarının modern müziğin maskaralıklarından hoşlandığını görünce bunu Ayşe’yi ünlü yapmak için kullanabileceğini düşünür. Şehnaz Longa’yı modern ezgiler ve toplumsal mesaj veren sözlerle süsleyip Ayşe için bir yeniden düzenler. İlk sunumda şarkı çok tutar ve seyirciler tarafında ayakta alkışlanır, oysaki Haşmet’e göre seyircinin onları kendileriyle dalga geçtikleri için pataklaması gerekmektedir.

Türkiye’deki modernleşme sürecine ilişkin temel tartışmalardan olan doğu-batı tartışması, filme hâkim olan bir diğer temadır. Haşmet meyhane sahnesinde Ayşe’nin durumunu ele alırken suçu onda bulmaz. Onun gibi gençlerin aşağılık mecmualar ve kötü filmler tarafından kandırıldığı düşüncesindedir. Bu durumdan medeniyeti suçlu bularak, onu gençler için yepyeni bir dünya kurmak yerine onları yabancı diyarlardan getirdiği süslü yalanlarla beslemekle suçlar. 1960’larda Toplumun zengin ve entelektüel kesimi için batılılaşma olmazsa olmaz bir olgudur. Bunu topluma kabul ettirecek olanlarda yine kendileridir. Modernliğin topluma bu seçkin zümre tarafından benimsetilmesi düşüncesinin eleştirisi Ah Güzel İstanbul‘daki olaylarda somut olarak ele alınmıştır. Haşmet’in eski tanıdığı bir ahbabı ve onun arkadaşları toplumsal bir deney için Haşmet’in uğrak yeri olan meyhaneye gelirler. Geliş sebeplerini halka doğruyu iyi öğretmek olarak belirtirler. Yabancı pop bir plağı meyhaneciden pikaba koymasını rica ederler, ancak sonrasında yaşanan olaylarda meyhanedekiler bu müzikten hoşlanmazlar ve ortalık karışır. Modern müzik onların düşündüğü gibi halk tarafından benimsenmemiştir.

Ah Güzel İstanbul‘un finalinde ise eski değerler üstün gelerek film mutlu sonla bitmektedir. Ah Güzel İstanbul seyircilerine veda ederken tüm film boyunca savunusunu yaptığı eski değerlere sahip çıkma düşüncesinin altını son kez çizer.

Ah Güzel İstanbul filminin yönetmeni olan Atıf Yılmaz, bu dönemin önemli sinemacılarındandır. Atıf Yılmaz’ın ulusal sinema tanımı ve eleştirisi filme hâkim olan anlatımın da adeta bir özeti gibidir. Usta yönetmen ulusal sinemayı “Bence özellikle yerli bir temanın işlendiği, bize has bir hikâyeyi gene bize özgün bir biçimde ve ritimle anlatabilmek, bize özgü bir sinema dili oluşturmak” olarak tanımlar ve “ulusal bir üslup arayışlarının sebebinin, geçmiş kültürümüzle bağlarımızın koparılmış olmasından, ulusal bir kimliğimizin olmamasından” kaynaklandığını belirtir.


devamını oku