Al
yanakları sütü membaından, suyu gözesinden içiyor olmalarından değildir sadece.
Ayva tüylü körpe tenlerini yaylanın güneşi de soğuğu da yakar. Farkında
olmasalar da hem yokluk hem de bolluk içindedirler. Şehirlerdeki akranları
pastörize beslenirken onlar doğadan emirlerine sunulanlarla büyürler.
Gün
doğumunda sisli bir güne, çiyden yaşarmış çimenler “günaydın” derken onlar da odun
ateşinin bakır sahanda pişirdiği bol tereyağlı yumurtayla zamana “merhaba” der.
Posası çökmese de suyu gözelerden gelen ve buhur buhur tüten çay gözlerine fer
olur yayla çocuklarının.
Çocuklar
coşup cıvıltıları gökyüzüne salınsın diyedir belki, onlar sofradan kalkar
kalkmaz çayırlardan sis de kaybolur çiy de.
Peşlerine
takıldıkları bir hopal yoldaşları, apış aralarına sıkıştırdıkları değnek
binitleri olur. Güya kimi kır bir taya, kimi boz bir ata biner. Kendileriyle
hemyaş tokluları, buzağıları otlatırlar. Hepsinin bir adı vardır: Sarıkız,
Körinek, Karaoğlan, Çatalboynuz… Kızıl ibikli serseri bir horoz ile peşlerine
takılıp bağ bostan gezen tavuklar şahitleridir neşelerinin.
Oyun
alanları ne bir site bahçesi ne de bir sokağın köşesidir. Mekânın haddi küçücük
bedenlerinin gidemeyeceği kadar uzaktadır. Bu hadsizlik ruhlarını ta o yaşta
özgür kılar. Şehirli emsalleri için masal diyarı olan obuzlar, dere yanları,
taş başları, doruk tepeleri onların oyun yuvalarıdır. Kekik kokulu çayırlarda
seğirtir, ağaç dalları arasından naralar atar, kozalakları en uzağa atmak için
yarışırlar.
Oyuncakları
ne sentetik ne de plastiktir, hep doğal ve hayatın içinden. Onların oyunları da
hemen yanı başlarında doğanın verdikleridir. Tekerleri kara lastik tabanından
yapılmış, dedelerin mahir ellerinde çıkmış tahta kamyonları vardır çoğu erkek
çocuğun. Dingilleri, onluk mıhlarla tutturulmuştur. İnsan bilmediğinin hayalini
kuramadığı gibi yayla çocukları da ancak görüp, dokunup, yaşadıklarından inşa eder
hayallerini. Orman gülü filizlerinden koyun sürüleri kurarlar, kabak
boynuzundan onları bekleyen çoban köpekleri vardır, ışkın çubuklardan ağıl
çevirirler. Geçekler kurulur, karşı yakaya köprüler atarlar. Ağaç köklerini
çubukla dürter; yol, ev, şenlik yaparlar kendilerine.
İçi
yünle doldurulmuş, minik yastıklardan evirilmiş, başları yaşmaklı bez bebekler
kızların can yoldaşıdır. Kendileri gibi al yanaklı, azıcık pasaklı! Ama şirin
mi şirin. Onları kimi zaman -üç beş yıl önce kendi yattıkları- beşiklerde
belerler kimi zaman ılıncak yaparlar kimi zaman da bir bağcakla sırtlarına
sararlar tıpkı annelerinin onlara yaptıkları gibi.
Beş
taş oynarlar kızlı erkekli. İp yerine yaprakları budanmış sarmaşık sürgüleriyle
atlamaca oynarlar bir düzlükte. Mısır kesmüklerinden kuleler inşa ederler. Çayırlar,
düzlükler onlarındır. Kiminin ayaklarında cizlavit -ki bunlar 4 mevsim yaylacıdır-
kiminde ise gümüş gri trabzan lastiği vardır. Annelerinden tembihlidirler: Pantolon,
çorapların içine sokulmuştur.
Yol
kenarlarında görünürler zaman zaman. Dedelerinin yanında dağ mantarı toplar,
pancar bağlar, ısırgan tutar, anuk satarlar. Birazdan yanlarında duracak
arabaların mazot kokusunu metrelerce öteden alırlar. Bu koku biraz sevinç biraz
hüzün getirir. Çünkü az sonra hem harçlık edecekleri bir satış yapacaklar hem
de şehirli bir yaşıta denk geleceklerdir. Şehirli yaşıt mahcubiyet demektir. Çocuk
işte! Karşısındakinde baktıkları ilk şey ayakkabılarıdır, ilk sakladıkları da
ayakları. Yeni pantolon, şık potinler ve renkli çoraplara imrenirken
kendilerinde kara bir lastik; lekeli, dizleri eprimiş pantolon ve paçaların
içine sıvandığı karacalı bir çorap vardır. Kendi kendilerineyken olabildiğince cesur,
atik, ele avuca sığmaz bu çocuklar böyle zamanlarda yabana düşmüş bir guguk
kuşu gibi ürkek ve temkinlidirler.
Sağlıkları
yerindedir. Velev ki burunlar aksın, hıngırırlar dedelerden gördükleri gibi.
Çıkan çıkar, çıkmayan abanın koluna sürülür! Aba kollarındaki saydam, parlak
şerit o yüzdendir.
Çok
naz bilmezler, beğenmemeyi öğrenememişlerdir henüz. Bazen bir elma bazen bir
baş yeşil soğan kuru ekmeğe -ekmek hele de pazardan gelmiş bir somun parçasıysa
değmeyin keyfe- katık olur. Süt kesiği çökelek şahanedir. Pabucun markasını da
kıyafetin kalitelisini de bilmezler. Bazıları yamalı, birçoğu eski kat kat giysiyle
yaşarlar günü.
Daha
bozulmamış doğal bir dünyanın yaşayanları olduklarından mı yoksa başka bir
dünya bilmediklerinden mi yahut hepsinden öte çocukluktan mı bilinmez, hallerinden
şikâyet etmezler. Onların yaşadığı yerde bir gün, birkaç saatliğine bulunmak
için insanların kilometrelerce yol gelip binlerce lira harcadıklarından
haberdarlar değillerdir. Fark etseler bilirler imrenildiklerini.
Felek
onlara tebessüm mü etmiştir, yoksa yüzlerine dahi bakmamakta mıdır? Bu, baht mı
talihsizlik mi! Nedir ki!