emel akbaş emel akbaş

Western: Hikâyenin Ortaya Çıkışı ve Seyri (İzlediği Konular ve Olay Örgüsüne Dair)

Kovboy, Teksas’ta ortaya çıkan bir destan kahramanıdır. Aslında sığır çobanı da olsa aynı zamanda dürüstlük, namus, onur, görev bilinci gibi kavramların da bekçiliğini yapar, masumların yanında yer alır, suçluları cezalandırır. Kültürsüz ama romantik bir serüven adamıdır kovboy. Bu yönü ile orta çağ şövalyelerine benzetilebilir. Uçsuz bucaksız vadilerde, geçit vermez dağlarda, kızgın çöllerde, azgın ırmaklarda çoğu kez tek başına doğaya yenik düşmemeye çalışır ve bunu da başarır.

Kovboyun sığır çobanı olması, sürüyü Western’in ana öğeleri arasına sokar. Bunların yanı sıra kasabalar arasında ulaşım sağlayan posta arabaları ve kara dumanlar salarak geçen kömür lokomotifli trenler de Western’in ana öğeleri arasında yer alır.

Kasabanın düzenini sağlamakla yükümlü şerif ile yargıç, doktor, avcı, altın arayıcısı gibi kişiler filmin kahramanları arasındadır. Bunlara hemen her filmde yer alan ve mutlaka silahların çekildiği kasaba barının (saloon) sahibi, altın yürekli bir bar kadını (bu türün kadını azınlıkta olup erkeklerin ortamına ayak uydurur, duygularını bastırır, sırasında erkek gibi dövüşür, zaten içki ve tütün içmeyen kovboy için de cinsellik fazla önem taşımaz), zaman zaman hikayeye bir haydut avcısı ve “kötü” adam eklenir. Kötü adam; kimi kez, Billy The Kid, Frank ve Jesse James Kardeşler, Wyatt Earp gibi, “Batı” tarihinin gerçek eşkıyaları olur.

Yerleşecek toprak aramak için birlikte yola çıkan insanların oluşturduğu kervan temalı Western türünde hikaye destansı bir hava kazanır. Kervan zorlukları aşıp, Kızılderili saldırılarını püskürtüp hedefine ulaştıktan sonra toprak paylaşımı yapılınca toprak mülkiyeti sorunu gündeme gelir. Aslında Western’in ana temalarından biri Missisipi ırmağının batı yakasında özel mülkiyetin kurulmasının tarihidir. Kervan yol alırken dayanışma içindeki insanlar yerleşik düzene geçince topraklarını korumak için gerektiğinde birbirine silah çekerler. Silah çekmek günlük yaşamın bir parçası gibidir.

Western türünün kişileri sık sık “kanun benim” iddiasında bulunur. Albay Samuel Colt’un 1835 yılında Kızılderililere karşı kullanmak amacıyla yaptığı ve kendi adını taşıyan altı mermili tabanca bu insanlar için vazgeçilmez bir savunma aracıdır. Çünkü bu ortamda insan yaşamı sürekli bir tehdit altındadır. Ölüm her törensel hem de sinemasal bir sondur. Klasik tragedyalarda olduğu gibi bir kurtuluş yolu bile olabilir. Ölüm kasaba meydanındaki bir düello sonucunda gelebileceği gibi at üstünde, arabada, trende çarpışma sonucu da gelebilir.

Beyazları “soluk yüz” diye tanımlayan Kızılderililer ile beyazları zor durumdan kurtarmak için son anda borazanlar çalarak dörtnala gelen atlı askerler de kovboy filminin ana öğeleri arasında yer alır. General Sheridan’ın 1875’te söylediği “En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” sözü Western sinemasının Kızılderililere bakışını da özetler. Gerçekten de batının fethi yüzyıllardır buralarda yaşayan Kızılderililerin yok edilmesine bağlıydı. Amerikan politikası Kızılderili sorununu çözmek için onları yok etmek yöntemini uygulamıştı ve tarihin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirmişti. Sinemada doğal olarak resmi ideolojiyi benimseyerek Kızılderilileri yok edilmesi gereken ilkel yaratıklar olarak görmüştür.

Western sineması ancak yıllar sonra, John Ford’un yönettiği ve Apaçilerin askerlerini kıyıma uğrattığı ünlü Little Big Horn Savaşını konu edinen “Kan Kalesi” 1946, ilk kez bu anlayışın dışına çıkacak Kızılderilileri de iyi ve kötü yanları olan birer insan olarak ele alacaktır. Temelde Western sineması Kızılderili kıyımı, yabancı düşmanlığı, eşkıyalık ve iç savaşla  öne çıkan bir dönemin milliyetçi ideolojisiyle örtüşen bir türdür.

Westernin büyük ilgi görmesinin en önemli nedeni, dingin bir ortamın bir kişi ya da bir olay tarafından sarsılması ve bozulan düzenin çoğu kez kötülerin öldürülmesiyle yeniden kurulmasına dayanan ve seyircinin kolayca kavrayabildiği yalın konusudur. Yalın konunun iğneli konuşmaları seyirciye büyük keyif verir ellerini silahlarına atmaya hazır kovboylar.

Western film türünün vazgeçilmezlerinden olan kovboy şapkaları da iyi ve kötüyü temsil eden bir imge/metafor olarak kullanılmıştır. İyilerin şapkası beyaz, kötülerinki ise siyahtır.

Western sinemasında genellikle yakın plan yoktur. Western filmlerinin karakterleri sürekli bir hareket halinde olma bir coşkunluk oluşumundadır. Bütün bunlar Amerikan yaşantısının geleneksel yapısı içinde bulunana şeylerdir. Yöre halkının çiftçilik ve hayvancılık işleriyle meşgul olması bu durumun kaynaklarından biridir. Filmlerde iyi ve kötü karakterler çok belirgin bir şekilde ayrılmaktadır. Türün en önemli yapıtlarından biri olan Posta Arabası’nı bu bilgiler ışığında değerlendirmeye tabi tutacak olursak, bugün hem Ford’un hem de sinemada Western türünün klasikleri arasında sayılan “Stagecoach”un (1919) konusu çok ünlü bir halk romancısı olan Ernest Haycox’ın bir romanından alınmıştı. Bir Owen Wister ya da bir Zane Grey ayarı olmamakla beraber, Haycox basite indirgenmiş bir hikâyeyi bütün o Western romanlarına özgü göz boyacılığı ve şamatasıyla “Stagecoach”da anlatır.

Olay bir kasabadan öbürüne gitmekte olan bir posta arabasında geçer. Arabaya çeşitli tiplerde insanlar binmiştir. İçlerinde iki ayrı sınıftan iki kadında bulunur. Geriye kalanların arasında sarhoş ve kentten sürülmüş bir doktor, gezginci bir içki satıcısı, bir bankacı ve bir de kumarbaz vardır. Yarı yolda bir hapishane firarisi de arabaya alınır. Kadınlardan soylu olanı bir kalede görevli subay kocasını görmeye gitmektedir. Diğeri adının kötüye çıkmasıyla arabadaki sarhoş doktor gibi yaşadığı kentten uzaklaşmaktadır. Posta arabası iki yerde konaklar üçüncü ve son varış noktasına yaklaştığı bir sırada yolun yarısında Kızılderililerin saldırısına uğrar.

“Dalasa” adlı kadın karekteri, o dönemin ahlak anlayışını ortaya koyar. Yüksek sınıfın iki temsilcisi olan “bankacı ve subay eşi” ise bu anlayışı karşıt bir açıdan ele alır. Alt sınıftan olan Ringo Kid’in ise bu çeşit ahlak anlayışlarını umursamadığı yoktu. Alkolik doktor da arada bir insan olduğunu hatırlamaktadır. Gezgin içki satıcısı tam ortanın insanıdır. Etliye sütlüye karışmayan her şeyi oluruna bırakan ve her iki sınıfın uzlaşmasını bir köşede bekleyendir. Bu birbiriyle bağdaşmayan her biri ayrı sınıfları temsil eden (Doktor ile Dalasa, toplumdan dışlanma çizgisindedirler) bir posta arabasında bir araya geliyor; önce doğum ardından da ölümle karşılaşırlar. Her şey olağan iken bu insanları ayıran sınıfsallık sonradan hepsini birleşmeye, ölüme karşı koymaya, yan yana olmaya çağırır. Film bu özelliklerinin yanında folklor   öğelerine   de   sıkı   sıkıya   bağlıdır.  Sinema   dili   ise   bugün  bile yadırganmayacak bir ustalıkta yalın, insancıl ve şiirli bir sinema dilidir.

Filmin ana çatışması, bir kasabadan diğerine gitmekte olan posta arabası istediği yere varabilecek mi sorusudur. Yan çatışmalar ise karakterler arasında olmaktadır başta yakın olmayan hatta aynı arabada yanı masada olmaya katlanamayan asil kadın ile diğeri kadın arasında yakınlaşma olacak hatta bebeğin doğumuyla birlikte doktor saygınlığını tekrar kazanacak, azılı katil ve diğer kadın arasında aşk başlayacak bunu gören şerif her şeyi bilmesine rağmen onları özgür bırakacaktır. Posta Arabası psikolojik zenginliğin olduğu bir filmdir ve karakterler genel özellikleri yerine ayırt edici özellikleriyle verilmiştir.

İlk olarak Posta Arabası’nın belirgin bir kahramanı bulunmamaktadır çünkü çatışma bir karakterden çok bir olayın üzerinedir araba diğer kasabaya rahatlıkla ulaşacak mı ulaşamayacak mı? Ama burada bulunan şerif karakteri çok da etkin değildir aslında fazla bir şey yapmaz arabada bulunan eski kumarbaz ve kovboy karakterleri tipik Western karakterleriyle uygun düşmektedir. Giyiminden tavırlara kadar başarılı bir şekilde Westernin tüm özellikleri sergilenir.

İlk western filmi olarak genelde Edwin S. Porter’ın 1903 yılında çektiği 12 dakikalık Büyük Tren Soygunu “The Great Train Robbery filmi kabul edilir. Film aslında Westernin temel kalıplarına oldukça sahiptir. Irkçılık da dâhil… Western, dönem olarak Türkçe’de Vahşi Batı diye bildiğimiz ABD’nin batısını, yani Mississippi ırmağının batısında kalan büyükçe alanda, çok genel anlamda 1800’lerin başı (çoğunlukla 1840 sonrası aslında) ile batıda eyaletlerin kurulmasının tamamlandığı 1912 arasında geçen hikâyeleri anlatır. Doğal olarak, bu tarihin gerektirdiği her şey vardır hikâyelerde: Amerikan yerlileri, kölelik, tren ve telgraf hatları, at arabası, tren ve banka soygunları, Meksikalılar, Amerikan İç Savaşı, ırkçılık, maço erkekler, silahlar, kovboylar, sığır sürüleri, çiftlikler, atlar, düellolar ve daha niceleri… Bir şekilde, yakın geçmişin tarihi yeniden yazılır bu filmlerde. Elbette, her şeyde olduğu gibi, güncel politikanın inişleri çıkışlarından bağımsız olmayarak bazen “beyaz adam iyidir”;  bazen “kötü beyaz adamlar da olabilir” ya da daha kötüsü “iyi yerliler de olabilir” mesajlarını iletir. Bazen renkli kıyafetler ve parlak çizmeler vardır, bazen de sarı dişler ve çamurlu paçalar. Bazen insanlar vurulur, ölür ama ölmeden önce saatlerce konuşurlar, bazen de ortalık kan gölüne döner. Tüm bunları ABD ve dünya politikası üzerindeki değişimler üzerinden izleyebiliriz. Westernin bir özelliği de, sınırları aslında bu kadar dar çizilmiş bir tür olarak kendini bu kadar yoğun ve uzun süre var edebilmiş olmasıdır. Yani, Westerni korku, gerilim, komedi gibi türlerin yanına koyabiliyor olmamız bile biraz garip gözüküyor. Fakat kendini böylesine dar kalıplar içerisinde böylesine farklı hikâyeler anlatabilen bir hâle sokması da bu türün bir başarısı denebilir.

Western’in “dar” kalıpları Uzak Doğu’dan, İtalya’ya pek çok farklı kültürün dikkatini çekmiş ve bir şekilde harman türler ortaya çıkarmıştır. Yine de klasik Hollywood dönemi Western filmlerinin belirli bir çizgiyi takip ettiğini gözden kaçırmamalıyız. Bu klasik temalar 50 yıl kadar önce Frank Gruber tarafından belirlenmiş ve o dönem dair hâlen daha yapılmış en iyi gruplamada daha açık görülebilmektedir. Gruber’a göre yedi ana hikâye izleği var. Bunlardan ilki “Union Pacific” hikâyesi. Yani batıya doğru yapılan telgraf, tren yolu gibi inşaatları, teknolojinin batıya seyahatini ya da bu seyahatin etkilerini anlatan, bu hikâyelerin etrafında dönen filmler. İkincisi “Çiftlik” hikâyesi. Bu da Union Pacific gibi tarihsel gerçeklerden epey etkilenen bir izlek. Buradada iki durum söz konusu. Birincisi, küçük ya da büyük, bir çiftliğe ve oranın sahibi olan aileye edilen tehditler ve bunların çözümlenmesi üzerine. Bir diğeri ise, küçük toprak sahiplerinin büyük sığır sürüsü sahipleri tarafından yerinden edilmesi durumu. Gerçekten de bu türde filmler epey fazla, çünkü ana çatışmalarını burada anlatılanlar gibi tarihsel olaylardan alıyorlar. Üçüncü grup “İmparatorluk” hikâyesi. Bu aslında westerne özgü bir hikâye türü değil elbette, ancak içinde westerne özgü altına hücum, petrol çıkarma ya da büyük toprak sahibi olarak sıfırdan zengin olma, bir “imparatorluk” kurma hikâyesini anlatan yükseliş öykülerini barındırıyor. Dördüncü tür de westerne özgü değil fakat western içerisinde çok daha parlak örneklerine rastladığımız “intikam” hikâyelerinden oluşuyor. Beşinci biçim Batının kolonize edilmesini de içeren, “süvariler ve yerliler” hikâyeleri. Burada genelde alt metin doğudan beyaz adamın gelerek batıdaki “vahşilere demokrasi getirmesinden” ibaret. Altıncı hikâye izleği western dendiğinde en çok akla gelenlerden biri: “kanun kaçağı” hikâyesi. Burada etik sebepleri olsun ya da olmasın, iyi birer insan olsunlar ya da olmasınlar, baş karakter(ler)imiz kanun kaçağı oluyor. Son hikâye biçemi de benzeri biçimde “kanun adamı” hikâyesi.

Filmlerin büyük bir kısmında haksız bir savaşın taraftarı olmuş eski kovboyları; köleliği savunan, yerlileri “vahşi” olarak gören, kadın düşmanı başkarakterleri izliyoruz. Bir nevi kendini John Wayne olarak somutlamış bir karakterden bahsediyoruz. Belki de John Wayne kendini oynadığı için bu kadar başarılıydı, kim bilir? Yakın geçmişindeki katliamları bir şekilde bastırmak için Hollywood’un (hem de tam olarak o batıya taşınmış sinema sektörünün) bu filmleri parlatmasından daha doğal ne olabilirdi ki o yıllarda? Fakat, siyasi iniş ve çıkışlar, propaganda işlevi gibi sinemadan “bağımsız” konular westernin yükselişi ve düşüşünü açıklamakta yeterli değilmiş gibi geliyor bana. O döneme özgü bazı durumlar aslında her tür hikâyenin anlatılmasına olanak sağlıyor. Herkesin silah taşıyabiliyor oluşu, kanunun ve devletin uzakta oluşu, insanlar arasında doğa durumuna yakın bir ilişkilenmenin kurulması, bozkırın sinematografik çekiciliği, uzun yolculukların yapılabilmesi, erkek dostluğu ve “maço erkek” olmak durumu gibi çok kolay kabartılabilecek, macera hissine oynayabilecek pek çok araç var western sinemasında. Hikâyelerdeki bu aksiyon ve macera unsurunun kendiliğinden gelmesi ve bir nevi nostaljik güzellemenin de yapılabiliyor oluşu westerni klasik Hollywood’un en önemli türü yaptı diye düşünüyorum. Fakat, İkinci Dünya Savaşı sonrası sinemasında Soğuk Savaş gibi temaların artışı, artık savaş filmlerinin bile gücünü kaybetmesi ile birlikte western de bir düşüşe giriyor. Bu nedenlere bir ek olarak, McCarthy dönemi ile birlikte gelen muhalif/muhafazakâr ayrımı ve sonrasında da 60’lı yıllarda westernin ırkçı/seksist bir tür olarak addedilmesini de sayabiliriz. Zaten 50’lerde iyiden iyiye düşen Western ekolü 60’larda yazı dizimizin ikinci bölümünde değineceğimiz “spagetti” western ile yükselişe geçiyorsa da ABD’de büyük hareketlenmeler olmuyor.

devamını oku