O
vakitlerde kız çocukları için ayrı program yapılmaz, anneleri nereye giderse
oraya intikal ederlerdi. Ölü evi, düğün evi, çarşı pazar, sabah kahvesi, komşu
gezmesi hiç fark etmezdi. Mevlitler ise cemiyet hayatında çok büyük bir öneme haiz
merasimlerdi. Kadınlar tiril tiril giyinirler, el işi götürmezler, adımlarına
binler sevap alma hevesiyle koşa koşa gelirlerdi. Gelin şimdi mevlit denilince
unutamadığım siyah beyaz karelere göz gezdirelim.
Hacı mevlidi, bebek mevlidi, asker mevlidi, sünnet
mevlidi, bir muradı olanların, ölenlerin ruhuna elli ikinci gün mevlidi gibi
çeşitleri olurdu. Günler öncesinden hazırlıklar başlar, hoca hanımdan gün
alındıktan sonra, telefon çok yaygın olmadığından, evlere bizzat gidilerek
mevlide davet edilirdi. Evler dip bucak temizlenir, komşulardan bardak, tabak,
sandalye tedarik edilirdi. Ucu ponponlu kalın perdeler, el dokumalı halılar,
kadife koltuklarla mefruş edilmiş salonlara tıklım tıkış oturulur, iğne oyalı,
ipek başörtülü, şık elbiseli kadınlar, gözleri yerde boyunları bükük, manevi
duyguları yoğun bir şekilde Mevlid-i Şerif dinlerdi. Asla gülünmez, göz ucuyla gelinlik
kızlar süzülür, takıp takıştırılan altın bileziklere hayranlık, biraz da
gıptayla bakılırdı. Elbette ki giyim kuşam kadar,
oturmanın, kalkmanın, ikramın da bir adabı vardı bu mevlitlerde.
Merasim
başlar başlamaz misafirlere dökülen gülsuyu kokusuna, sıcak lokma kokuları
karışırdı. Yanık sesli hoca hanım Yasin, Tebareke ve Aşirler okuduktan sonra, “Allah âdın zikr edelim evvelâ, Vâcib oldur
cümle işte her kula…” beytiyle Münacat’a başlardı. Devamında “Geldi bir ak kuş kanâd ile revân, Arkamı sığadı kuvvetle heman” beytine
sıra gelince, misafirler kemal-i ciddiyetle ayağa kalkar, birbirinin sırtını
sıvazlamaya başlardı. Büyükler bizim sırtımızı sıvazladıkça adam yerine
konulmaktan acayip keyif alırdık. Ardından, hep beraber, hiç bitmesini istemediğim
o mükemmel musikisiyle, Salavat-ı Şerif okunur, hoca hanım kısa bir dua
ettikten sonra herkes yerine geçer, merasim tüm ciddiyetiyle devam ederdi.
“Merhaba ey âl-i sultân merhabâ, Merhabâ
ey kân-ı irfân merhabâ” faslı başlayınca cemaat derhal içinden
salavatlar çekerek musafaha etmeye başlardı. Bu
fasılda çocuklar da es geçilmez salavatlaşmaya dahil edilirdi. Son derece ciddi
bir şekilde fısıltıyla salavatlarımızı getirir, yüzümüze sürerdik. Hatta
mübalağa edip aynı kişiyle beş defa musafaha ettiğimiz de olurdu. O derece
hoşumuza giderdi yani.
“Sûsadım gâyet
harâretden katî, Sundular bir câm dolusu şerbeti” kısmı okunmaya başlandığında
genç kızların tepsilere dizili şerbetleri ikram etme vakti gelmiş demekti. Her
eğilişte kayıp düşen püsküllü şal ucunu arkaya ata ata dağıtırlardı. Saçlarının
şalın her tarafından fırlaması gayet normal karşılanırdı. Ardından küçük kızlar
gül suyu dolaştırırdı. O vazife bana verildiğinde önemli bir iş yapmanın gururuyla
duyduğum sevinci anlatamam. O üstü kavrulmuş
çam fıstıklı şerbetlerin tadı hala damağımdadır. Elimizle fıstıkları alıp
mideye indirirken annelerimiz şıp diye hafifçe vurarak ayar çekerlerdi. Böyle
muamelelerde günümüzdeki gibi psikolojimiz bozulmaz, birey olarak ruhumuz pek
incinmez, başka neler yiyeceğiz acaba diyerek heyecanla beklerdik.
O
yaşlarda işin maneviyatını anlamamız beklenemezdi tabii. Bizi daha çok ikramlar
ilgilendirirdi. Bol tavuklu pilavların, sıcak lokmaların gelmesi için duanın bitmesi
gerekirdi. Aman Yarabbim! O dua da uzadıkça uzar, Adem aleyhiselamdan başlar,
Nuh Nebiye, Muhammet Mustafa’ya, isimleri unutulmuş nesilleri kesilmiş
kimselerden, hane sahibinin yedi sülalesine varıncaya kadar mevlidin sevabı
bağışlanır. Hoca hanım her durakladığında cemaat uzun uzun “Amiiin” derdi.
Cümlenin bitip bitmemesi veya anlam üzerine kafa yorma gibi bir derdi olmazdı
insanların.
“Failatun failatun failaat, Edelim
Muhammed Mustafa ya salavat” dedikçe
kadınlar ellerini önce kalplerine koyar sonra yüzlerine sürer salavat
getirirlerdi. Biz de papağan gibi ne gördüysek taklit ederdik. İki de bir baş
örtülerimizi düzeltir, topluca getirilen tekbirlere, Salât-u Selam’lara
coşkuyla iştirak ederdik. İlahi sonlarında kendimizi ambiyansa kaptırıp
alkışlamaya kalkan ellerimizi, yavaşça yüzümüze sürüp oturuverirdik. Cemaatten
sesinin güzelliğiyle nam salan teyzelerden de birer ilahi okumaları rica
edilir, ilahi bitiminde aferin anlamında “Aşk olsun” “Aşk olsun” sesleri
işitilirdi. Yaşlı teyzelerin huşu içindeki dinlemeler
esnasında bir parça gaflete giriftar oldukları vakiydi. Kafaları pat diye
düşünce irkilerek etrafa bakınır, çaktırmadan iki taraflarına sallana sallana
ilahi dinlemeye devam ederlerdi. Biz çocuklar bu sahneleri görünce birbirimizi
dürtükler kıs kıs gülerdik. Bu muzipliklerin yanında, ilahileri de ezberleyip
iştirak ederdik.
Semaverin
suyu inler,
Anlar
mısın neler söyler,
Daima
hakkı zikreyler,
Hüner
senin ey semaver.
Yan
semaver dön semaver
Sende
bir hal var semaver
İlahisini
teyzelerle beraber iki yanıma yıkıla yıkıla ritim tutarak söylediğimi
hatırlıyorum. Mevlit merasimi sona erince ilk ayrılan kişi hoca hanım olurdu. Muhtemelen
başka bir mevlide intikal edeceğinden erken ayrılır, eline içine para konulmuş
bir havlu veya yazma tutuşturularak uğurlanırdı. Allah kabul etsin, sevabı
ölmüşlerinizin ruhuna değsin, Allah gönlünüzün muradını versin dualarıyla yavaş
yavaş ev boşalır, meydan rahat rahat dedikodu, pardon muhabbet edecek olanlara
kalırdı.
Bir
büyüğü ebedi aleme göç edip de mevlit okutmayanlar kınanır: “Onca mirası
yalayıp yuttular da bir mevlit okutmayı çok gördüler anacığına. Ne yaparsan
sağlığında yapceksin kardeş. Ardımdan hayır yapcekler diye beklemiyceksin”
gibisinden konuşmalar yapılırdı.
Kandil
günleri camilerde okunurdu mevlitler. Kuran tilaveti, topluca okunan Salavat-ı Şerifler,
tekbirler, dualar… Halkta tatlı bir telaş, etraf ışıl ışıl. Nenem rahmetli
böyle gecelerde evde bahçede buhur yakar, meleklerin güzel kokuları sevdiğini
söylerdi. Dedem de hacı misleri sürerek camiye giderdi. Kadınlar ve çocukların
da iştirakiyle gerçekleşen bu mübarek gecelerde halk hayır yarışına girer, camii
çıkışında lokumlar, püskevitler, kandil simitleri, kâğıt külahlarda akide
şekerleri dağıtırlardı. O vakitler birlik beraberliğin canlandığı, imanların
güçlendiği vakitlerdi. İnsanlar huzur-u kalp ile verilen nimetlere bin bir
şükürle dönerlerdi evlerine. Buhur kokuları, gülsuyu kokuları ve aydınlanmış
minarelerle yayılan o tatlı huzur çocukluğumun en müstesna anılarındandır.