Kelimeler, fırtına öncesi bulutlar gibi birikiyor göğüs
kafesime. İçimde kümeleniyor. Kaburgalarımı çatırdatıyor, çıkmak için çırpınıyorlar.
Ağzımı açıyorum, aralanan dudaklarımdan cılız bir ıslık dökülüyor. Islığı
sadece ben duyabiliyorum, bir de alnımda gezinen parmak uçlarım. Alın yazımın harfleri, dokunur dokunmaz pul
pul dökülüyor kucağıma. Kırmızı puantiyeli çocuk elbisemi topluyorum onlar için,
yine de eksik kalıyor eteklerim.
İçim, temmuz güneşinin ücra bir köy
harmanı. Bir sözcüğe bin nefes verme pahasına açıyorum ağzımı, avuçlarıma bir tutam
çiğ buğday dökülüyor. Cevapsız kalacağını bile bile, serçeleri serin akasya
ağacına çağırıyorum. Kelime samanına buğday tanelerini katıp, gölgesi sığ ağaç
dibine serpiştiriyorum. Güvercinlere yetmez gücüm, biliyorum; ben ancak serçeleri
avutabiliyorum.
Şehirlerin kalabalığında kaybolmuş cümleleri bulmak
için yollara düşüyorum. Metro tünelinde
bir gitariste rastlıyorum. Önünde yapma bir çiçek, titreşen bir mum... Tünelin
en karanlık noktasına oturmuş, yüzünü seçemiyorum ama bu konçertoyu biliyorum:
re majör tonunda. Rodrigo bu, sırtındaki savaştan kalma paltosundan tanıyorum.
Tellere dokundukça içim titriyor, aynı iklimin soğuk esintisi beni de üşütüyor.
Dökülen notalar gelip geçenlerin telaşlı ayaklarına takılıyor. Elimi cebime atıyorum,
birkaç bozuk kelimeyi kırmızı ponponlu İspanyol şapkasına bırakıyorum. Göz göze
geliyoruz fakat gözbebeklerinin olmadığını fark ediyorum. . Ceplerimi tekrar yokluyorum,
elime gelen üç noktanın ikisini kirpiklerine asıyorum.
Bir durağa varıyorum. Şehirlerarası otobüsün
birine el kaldırıyorum, duruyor. Biniyor ve kendimi pencere kenarı boş bir
koltuğa atıyorum. Camlarda dört mevsim, birbirini kovalıyor. Yaza uzanıyorum: rengârenk
çiçekler, meyveler... Hızına yetişemeyince mevsimin, ellerim dallara takılıyor,
avuçlarım kan içinde... Eski bir kelimeyi çıkarıp sol iç cebimden, parmaklarımı
sarıp sarmalıyorum. Muavin, ücretleri yolculardan bir bir topluyor. Bana
gelince sıra, kalan tek bir noktayı usulca ona uzatıyorum. “İnecek vaaar !”diye
sesleniyor aniden. Tısss, diye açılıyor kapı. Bilmediğim bir şehrin gecesine iniyor,
ıssız ve kelimesiz kalakalıyorum.
Yürüyorum. Sokak lambaları, ufukta beliren aydınlığa
yenik düşmek üzere. Cılız ışıklar, damla damla ıslak kaldırımların üstüne
akıyor ve eriyip kayboluyor. Ellerim ceplerimde, topuk seslerimle yankılanan
ıssız sokakta ilerliyorum.
Geceden taşan, pencere
pervazlarından, kapı altlarından sokağa sızmış kelimelere takılıyor ayaklarım,
ikide bir tökezliyorum.
Kelimelerin çoğu, renklerini kaybetmiş
çürük yapraklar gibi. Delik deşik, kırık dökük anlamları sırtlarına yük etmiş sözcükler
Sokak, beni bir köprünün başına götürüyor. Suları
tersine akan bir nehrin üzerinde, içi bebek ağlamalarıyla dolu tahtadan
beşikler yüzüyor. Akıntıya kapılan bu sesler uzaklarda köpek ulumalarına
karışıyor. Nehrin kıyısında küçük ayak izleri... Eşi olmayan kırmızı çocuk
ayakkabılarından tepecikler oluşmuş. Yaşlı bir balıkçı, misinasının ucuna taktığı
insanlık kırıntılarıyla merhamet avlamaya çalışıyor. Kovasında allı pullu,
oynaşan bahanelerden başka bir şey yok oysa.
Belli ki bu şehirde daha uzun zaman gecenin söküklerini
onarmaya yetmeyecek sabahın parmakları. Eli boş kalkacak, bu şehrin insanlığı
her güne, ta ki karanlığı aydınlığa ayna yapacakları güne dek.
Güneş, ışıklarını evlerin üzerine cimrice serpiştiriyor.
Hiçbir pencereye kuş konmuyor, tek bir kedi miyavlaması duyulmuyordu, taze
ekmek kokmayan fırınların önünde. Cam önlerine bırakacak, içtenlikle ıslatılmış
bir avuç kırıntıları yoktu bu insanların besbelli. Sadece sokak başındaki evin
pencere buğusuna çizilmiş bir serçe görüyorum belli belirsiz. Gagasında, küçük
parmak uçlarından bulaşmış sular damlamakta. Bir de kedi var, okul önlüğünün
cebinde unutulan küçük pembe bir tebeşirle aynı evin duvarına çizilmiş, kuyruğu
yarım kalan.
Bu yoksun, uyuşuk, kedisi kuşu olmayan, kelimesiz
şehrin karşı kıyısına ulaşmayan köprüsünden gerisin geriye dönerken ceplerimde
kıyısında köşesinde kalmış sözcük kırıntılarını avuçluyorum. Kapı önlerine
bıraka bıraka adımlıyorum ıslak kaldırım taşlarını. Bir şişe taze süt gibi,
gazeteye sarılı, dumanı üstünde şiir mısralarını. Sabahın erken saatlerinde
çatallaşmış seslere iyi gelir diye ılık bir şiir. Evlerin içi sessizlikle
üşümesin, bir iki mısraı ıslatıp pencere önlerine bıraksınlar diye. Göğü boş
kalmış bu şehrin kuşları şiirle geri dönerler beklentisiyle bütün dağarcığımı
döke döke ilerliyorum.