sevda kıdeyş sevda kıdeyş

gönüllü aylak

“ gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır”

İnsan nasıl anlatır ki; 

taşın kalbini, ağacın endişesiz gövdesini, eşyanın mutlak hakikate yaslanan neşidini…  

Şehrin gürültüsünde ilerlerken duraksatan bu çağırışı uzun zaman oldu, dinledim, söyleyemedim… 

“ Yalan gürültü çıkarır, hakikat ise daima sessizdir,” der ehl-i irfan. Aslolan anlamak. Niyet etsek nasip olur mu? 

Toprağa renklerin yakıştığını en çok burada görüyorum: Kabristanda. Kedilerin sırtında gezdirdiği o olmuş bitmişlik, suyu aziz kılan ayrılıklar, hep aynı kapıya çıkan meçhul… Kendini kendine anlatacağın huzur neresi dediğinde ‘işte burası’ diye kendini takdim eden bir birliktelik, taşlar ve ağaçların sahnesi. 

Güllerin sustuğunu duyuyorum. Güzelliklerin solacağını… ‘Kimsenin adının baş harfi yaşamıyor’ diye yemin ederken toprak, nasıl da nefes veriyor. İlk defa elini hisseder mi insan? Avucumdaki toprağa bir yerden çıkaracak gibi tanıdık bakarken neler hissediyorum… 

Çeşmeler çekiyor insanın canı. Tuhaf değildir hiçbir olan mutlaka. En çok, öldükten sonra çeşmeler… Bazı kelimeler kendi çıkıyor. Bir yerden sonra cümleyi eksiltmek mi gerekiyor? Çeşmeler çekiyor insanın canı yerine;

en çok öldükten sonra çeşmeler… 

Ne kadar bakarsan bak gördüğün manzara kendin. Taşlar sana seni yansıtır, ağaçlar seni çıkarır da göğe, toprağın üstünde ufacık kalırsın. Konuşmak isteğin artar baktıkça… Fakat onlar “susmak”  marifetli. 

Çam kokusu çekip içime, bilge dallarına ağaçların, sorularım çoğalıyor. Birden gökyüzü nasıl acaba diye merak ediyorum. Fark eder mi birazdan yağmur yağsa? Rahmeti arzulayan beden mi…

Kuşlar geliyor yanıma. Kimsenin kafası karışmasın burada, der gibi resim çizerken uçmaya…  En çok onların ne konuştuğuna takılıyorum. 

Biraz daha uzağa bakmak hep bir şey gösteriyor. Yakına dönünce burnumun ucunda kadifemsi sarı bir menekşeyi ve gücünü topraktan alan gürbüz yapraklarını fark ediyorum.  Her defasında daha şık bulduğum bismillah lafzını… 

Hüvelbaki sunuyor her yer. Hiç kıpırdamadan yaşanıyor buralarda.

“ bütün ağaçlarla uyuşmuşum,

kalabalık ha olmuş, ha olmamış.”

Toprağa yakın olan sözsüz zikri bölse de otobüs saatinin yaklaştığı, tekerleksiz yürümek istiyorum. Sonra, yürüyeceğim yollar da göreceğim sokak satıcıları, mağazalar, vitrinler… Biraz önce burada olduğumu hatırlatıp yine özletecek. 

 Telefon rehberimden herhangi bir isim yardım eder mi dönmeye şehre? Ellerini hissetmeyi de özlersin.  Hep tuş çekmez ki parmakların. Avuçların Fatiha toplamayı yeni bırakmışsa, söz değildir artık dudağın. 

Yazın serin güldüğünü duyarsın taşların. Kimsenin adı yorgun gözükmüyor. Servilerin altında dinlenmekte… Telaşsız, takvimsiz bir süreçte… En azından kavuşmuşlar, beklenecek yerleri yok artık. Hem ihtilaf, şüphe… Sonsuz bir güven içinde… 

Esselamü aleyküm ey ehli kubur! 

Ve aleyküm selam ey ehli dünya mıyım?

Kimim, neredeyim? Yalan denilen bir seferde miyim? Her dokunduğumda avuçlarımı ısıtan benim sadık yârim! Toprak sevgilim, hakikat özlemim!  Sırlarla baş başa kalmak için tek başıma. Düşünmek büyümüyor kimsenin yanında. 

Patates yemeği, patates yemeğidir işte. Tek fark çocukluk çağın. İnsan hayatının bazı lezzetleri vardır, saflıkta saklanan… 

Ruhun da öyle… Kuşların zikri, gölgenin istirahati, yokuşlara selam eden güneş lekesi… 

Hepsi anlamı aşikâr hayat özeti.

Koşarken kendini unutturur şehir.  Hikâyeler eskir, insanlar değişir, hayatlar tükenir, baki olan daima özlenir.

Bir yerde okumuştum: “İnsanın anlam üretebilmesi için bağ kurması lazım. Kendisiyle, başka insanlarla, âlemle ve Tanrı’yla.”   

Bildim, çocukların neden güldüğünü, büyüklerin neden daldığını hep…

Kulaç atmalı, kıyıyı bulmalı. Güzel olmayan anlamsızlık.  Her şeyi bir sebeple yaratan Rabbe hamdolsun. Hamdolsun gelinciğin kırmızısına, rüzgârın şiddetine, yağmurun dokunuşuna… Günlerin geçişine hamdolsun.  Çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa… Hep aynı dönüşe hamdolsun. 

Yavaşlamak,   duraksamak da hızmış. Dünya, senin başın dönmüyor mu hiç?  

İnsanın aceleci bir varlık olduğundan bahseder yüce kitap. Ve hemen her yerde sabrı tavsiye eder. Ve şükrü.  Her kul kendi tövbesine kefildir. Geriye dönüp düşürdüklerini tek tek toplaya toplaya biriktirebilir. Eksilen her şeyin yerine muhakkak bir şeyler eklenir. Akşam ezanından sonra sokakta oynamasına kızılan çocuğu öğütler gibi, her vakti takip edemez ki anne.  Her akşam vaktini anne yorumlamaz. Annensiz bilebilecek kadar tanımalısın vakti. 

Yan yana ve tek başına ağaçlar ve mezarlar. Şehrin suçunu örten balkonlardan bakan saksı samimiyeti. Toprak her yere taşınıyor. Taze nane kokusunu dua zannediyorum. Çiçekte olur, başka her şeyde. Ama taze nane kokusu…   

Sevdiğin her şeyi yanına almak da ne! Beğendiğim kozalakları artık biriktirmiyorum cebimde. Cepli giysiler hep pratiklik katar, lazım olanı saklamak için. Cebin varsa anahtarın da vardır. Evin, odan, duvarların…

Kabristanlar bir çay söyleyemeyeceğin tek yerdir. Cebini unuttuğun. Herkesi içine çeken derinlik. Taş silueti… Hakikat menkıbesi…

Zambakları mermer saksılarda büyütmüşler. İsmini bilemediğim kaç güzellik daha… Taşları dinliyor, dualarımı ediyorum.  Kuşlar bir yakınımda, bir ağaçların dalında. Konacağı yerleri onlara kim söylüyor? 

Oturup kalmışım. Silkelemiyorum üstümü başımı. Unutkanlığa sebep olduğu söylense de okunmadık isim nerdeyse bırakmıyorum. Tarih bilgim artıyor. 

Unutmasaydık hatırlar mıydık? Düşündüğün şey seni yalnız bırakıyor. 

Cep telefonuma yine anlamlı mesajlar gelmiş. “Gelirken ekmek almayı unutma.”

Konuşkan serçeleri biraz daha izlemek istiyorum. Bazıları bir mezar seçiyor.

Ve minicik başını ne güzel öne eğiyor.

devamını oku