Derin yalnızlıkların incecik
görünmez ağlarla sardığı, mumyalanması yarım kalmış bir ceset gibi etleri
küflenmiş, bedeninden yarı kopmuş, yarı yapışıp kurumuş gibiydi.
Sabahlardan bir sabaha
nerede uyandığını anlamaya çalışarak açtı gözlerini. Odasındaydı, yine
yalnızdı. Ve neden midesi bulanıyordu ki? Midesinin almadığı günler, kendini
dışarı atmak ister gibi bir girdap oluyordu karnında.
Hayatlardan geçerken içini
sürüyordu, kazırcasına yırtınır gibi.
Bu garip topraklar, tapınak
kâhinlerinin büyülü toprakları falan olmalıydı. Başka zaman dilimlerini bir
akordeon yapmış da aynı zaman diliminde yaşatıyordu insana. Zaman genişliyor;
geçmiş gelecekle, bugün dünle paralel ilerliyordu; aynı zaman ivmesinde
harmanlanıyordu.
Yüreğinin soğumayan ateşiydi
Hadra. Hep içe içe yağan yağmurdu. Kendi dikenine dokunan gül gibi göğsünde
turnalar uyuturdu. Denize ulaşan nehre atılmış aşk mektubuydu, kâğıdın
mürekkebe özlemiydi.
Derinden gelen su
perilerinin sesiydi ince ve efsunlu.
“Gitmeyeceğim bir daha senden bir soluk dahi
uzağa!” yeminlerinin onun ateşine değdiği yerde tövbe bozduran yangınıydı, ne
bir nefes uzağa ne bir nefes içineydi.
Suya doymuş da kurumuş,
çatlamış topraktı selin önüne kattığı, sel olup akarken sonunda bir yığın
çamurlu kızıl bir yangın toprağa dönüştüğü…
Büyüsüne kapılması bir
anlık, yanması bitmeyen ömürlük… Bir arada kalınamayan, keskin… Onsuz, nefessiz…
Onunla bir kor dansıydı Hadra.
“Onda öyle bir şey var ki,
böyle ne gibi biliyor musun, su gibi aziz ama korkutucu, ayna gibi gösterişsiz
ama eşsiz, dünya gibi iyi ama kötüleştiren… İçinde bir yerde bir yangın var
onun farkında mısın? Bunları benim de hissetmemi istiyor ve hislerinin bana da
geçmesini.” demişti yakın arkadaşına onun üzerindeki ilk tesirini anlatırken
Ares.
O gece ‘’Sen, sende değilsin.’’
demişti Hadra’ya. ‘’Bu gece ben sana
aitim, ne dilersen söyle, ne dilersen dile.’’ diye ekleyerek. Kendini sunuşuydu
bu Ares’in, Hadra’ya tüm benliğiyle.
Israrcı ve cesurdu lakin
kibar ve asildi bir o kadar ruhu. İncinmiş pek çok ruhun incitmeme
hassaslığında dokundu Hadra’ya. ‘’Yandım.’’ dedi, günlerce o geceden sonra Ares.
Israr etti, alsın bu merakın kraliçesi içeri onu diye. Öldürmekten bile kendini
dem vurmuştu da sonraki günlerde. ’’İyi ol, bunu senin için çok isterim.’’ diye
tavizsiz cevap vermişti Hadra. Ares, yüzüne yayılan acıyla gülmüş ‘‘İyi
olmayacağım bu bir, ölürsem ruhun duymaz bu iki…’’ diye saymıştı.
Hadra yakmış ve çekilmişti.
Doymak ve tatmak arasındaki
zevkin tarifi yapılabilseydi o gün yazmaya başladığı hikâyenin bitmeyen bir romana
dönüştüğünü de bilirdi Ares. Yıllarca eline başka kitap almaz, hep aynı kitabı
farklı okumanın tadını başka bir dorukta yaşar dururdu. Ölmek istemez, cennete
gitmek istemezdi. Zaten cennetini kadınının cehenneminde yanmakta bulurdu.
Melek de o, huri de o olurdu. Ancak herkes keşke bilebilseydi yaşarken sevme
savaşında yeni birini sevebilmeyi değil, eski sevgisizliğimizi sergilemeyi
benimsediğimizi.
Ares, huzursuz ve
sabırsızdı. Her şeyden dahası, tekinsiz bir yalnızlıktan duyduğu kontrolsüz bir
kıskançlık ve güvensizliği vardı tüm kadınlara… Bir kadının, bütün kadınları
ihanetiyle töhmet altında bırakmasının vebalini yüklemişti masum Hadra’ya.
Ters dönüyorum geceleri.
Rüyalarımda sen başkalarıyla… Özümden yontuklarıma dair çektirdiğim
fotoğraflarda. Azar azar ikram ettin oysa bana kendini, onlardan ateş topları
yapıp yaktın ellerimi, gibi birçok hezeyanla suçluyor, boğuyor, nefessiz
bırakıyordu bu aşkı Ares. Yine bir rüya sabahını ve gelen pek çok nice günü
zehir etmişti. Oysa Hadra’nın dizlerinde umut vardı. Çoğalmaya yatkınlık,
bereket vardı, çocuklarına yatak vardı.
Saçlarını uzatırdı, severken
namusuyla Hadra. Sevmenin namusla ilgisinin olmadığını bilen bir ruhla. Gönlünce
gülerdi yüzüne bakarken Ares’in. Gülmezdi fakat Ares. Hafif yaralı ve çirkin
bakarım endişesi duyardı. “Affet! Seni bir tel saçtan, bir damla gözyaşından
kıskanıyorum. Boğulurum tufanlarında kalbinin göz göze gelince.” der derin
susardı.
Yıkmadan duvarları bir
pencere mi açsak, dedi Hadra… Hem kuşları görürsün, belki çiçek koyarsın önüne.
Ve duvarları delenin Ferhat olmadığını da bilirsin belki…
Kral çıplak, çocuk saftı.
Göz görür, yürek bilirdi. Kimse duymaz, duyardı sağırlar. Görmezdi körler ama
görünürler ve mızrak çuvala sığmazdı.
Her kavuşmayı kendimiz
sanmak… Ne büyük bir yanılgıydı.
Hadra’nın suçlamalara ve
Ares’in isteklerine cevapları tükenmişti.
Benim için kendini sulara
bırakacak kadar seviyor musun, diye sormuştu Ares. Ya da bunu senin için
yaparsam, yeterince sevgimi ispatlamış olur muyum, diye sıkıştırdı Hadra’yı.
Hadra akıllı bir kadındı.
Geçmişten bir hikâyenin korkunç ağırlığını sezdi sevdiğinde.
Olmazdı, dedi. Çünkü kendi
olamayan benim de olamaz.
Bu cevap hiçbir aşk mecnununun
beklediği bir cevap değildi. Israr etti Ares: “O kişinin hayatından vazgeçecek
kadar seni sevdiğini düşün.”
Senin için biri suya atlayıp
canına kıydıysa bu seni çok sevdiği için değildir, senin onu yeterince
sevmediğine olan inancındandır, dedi Hadra.
Ares dökülüyordu işte.
“Hayır, başka biriyle zorla evlendirilmek istendiği içindi.”
Sevdiğinin eli armut mu
topluyormuş ki onu bu çaresizlikte bırakmış, diye diklendi Hadra.
“O anda aile bakısı, din
farkı, cezaevi, okul, abi baskısı … Bütün bunlara karşı direnmek için yeterince cesur
değildim, yurt dışına kaçıyordum.”
“Onu da kaçırsaydın. Kendi
canını ondan daha çok sevmişsin işte, dediğime geldik mi? Yani o sevmiş ama
aynı oranda sevilmemiş.”
“Çok öznel durumlar var ama…
Sen çok katısın.”
“Bu da benim öznelim o hâlde.
Katı olmak için yeteri kadar şey gördüm ve yaşadım. Ben senin için ölürken sen
ölmemek için kaçıyorsan sevgimiz eşit değil, adil değildir.”
“Ama pek çok olumsuz sebebim
vardı.”
“Biz olmak demek birlikte de
ölebilmektir.”
“Bu teoride öyle de uygulaması
bazen olanaksız.”
“Pratikte ölen kim? Teoride
ölen kim, Ares?
“Bilmiyorum… Ölü gibi
yaşamak, diye bir şey var. Ya da vicdan azabı ve suçluluk duygusuyla her gün
ölmek.”
“Ben bir ölünün bedeni
olmayacağım, kimse bana başkasından bir parça alıp takamaz.”
“Öyle bir şey yok, ben
seninle yeni bir sayfa açmak istiyorum.”
“Peki, Ares kendin
olabilecek misin? Çünkü bu kadın kendi olmayı çok seviyor.”
Bir kadının kendi olmasını
sevmesi kahinlerin bu lanetli topraklarında pek bilinen bir durum değildi.
“Ben bu şekilde sevilmedim,
beni seven hep çok sevdi, ben hep çok şımartıldım, onaylandım. Sen beni yeterince
sevmiyorsun, beğenmiyorsun, eleştiriyorsun. En ufak bir şeyde beni
bırakıyorsun.”
Ne zaman dedi, nasıl dedi,
öyleyse dedi… İnanmadı sevildiğine, teyit bekledi, taviz istedi. Hırpaladı,
çekip gidişlerinden çılgınlaşmış döndü Hadra’nın verimli ruhuna. Çöplüğüme
bırakma, dedi. Vefalı Hadra bırakmadı Ares’i. Ama kendini her gün bilinmeze
bırakarak…
Hadra, saf sevgisini ispat
etmeye çalıştıkça yoruldu, yorgun düştü. Cesareti kırıldı. Kara, kapkara
günlere uyandı sabahları. Suları sevdi, su kenarlarını sevdi. Yorgun bedenini
hissiz ruhunun uyuşmuşluğunu uyandırmak için ateşini suya attı. Su öyle sevdi
ki Hadra’nın narasını onu mağda da affetti. Yuyup yıkayıp günahlarını sonsuz
bir huzurla kabul etti. Ares, kendisini sevdiğini ispat etmiş bir kadın daha
kattı hayatına. Şiirlerine metafor buldu, daha iyi şair oldu Hadra’nın acısında.
Virginia Woolflar çoğalttı hayatında…
Hadra denizlerde köpük oldu,
balıklara yem… Rüzgâra uğultu, geceye
mum… Hadra bir ruh oldu bedensiz… Perilerin şarkılarında büyü oldu, gemicileri
efsunlayan.
Sır oldu, sırra kadem bastı
Hadra. Aynaların sırlı yüzlerinde göründü bazen. Çeliğin suya değdiği yerde
canlanıp göz oldu sevene. Ares, her gün derin yalnızlıkların incecik görünmez
ağlarla sardığı, mumyalanması yarım kalmış bir ceset gibi etleri küflenmiş,
bedeninden yarı kopmuş, yarı yapışıp kurumuş ölüme uyandı, Hadra yaşarken
şarkılarda taptaze.
Bir çift yaprakmış dalında
yumuşacık
Tutmuşum, tutmuşum
ellerinden seni
Düşmüşüz yavaşça
Bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik,
sazmışık
İçindeymişik, yeşilmişik,
sazmışık
Balıklar gibiymiş sessiz ve
karanlık
Yüzermiş saçların, yüzermiş
nefesin
Susarmışız öyle
Bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik,
sazmışık
İçindeymişik, yeşilmişik,
sazmışık…