Su
sırasındayım. Hani şu, su müptelalarının şehrin kenarında "iyi su"
diye adlandırdıkları -değil şebeke suyunun paralı suyun bile yerine koyamadıkları-
tatlı sular var ya. O tür bir suyun sırasındayım. Belediye -sağ olsun- bir
seçim vaadi olarak projelendirdiği bilmem ne dağının meşhur suyunu şehre
getirmiş, çok kurnalı bir yer inşa etmiş ve hemşehrilerinin hizmetine sunmuş. Belki
sekiz belki on çeşme var. Fakat biri akıyor. O da ip gibi. Benden önde üç kişi
var. Üçünün de 5,10, 20 litrelik plastik şişe, damacana veya bidonları var dörder
beşer adet. Benden sonra da bir kişi var.
Arada
bir araçlar duruyor. Bakıyor ki sıra var, aracından inmeden sürüp gidiyor. Hava
karardı kararacak. Muhtemel karınlar aç ve günün yorgunluğu var. Bekleme
zahmetini göze alamıyor sürüp gidenler. Bazıları da araçtan iniyor gözüne
kestirdiği su nöbetçilerinin birinden ahvali öğreniyor. Durumun vahametini
öğrenince geri dönüyor homurdanarak. Ne kadar su müptelası olsa da su nöbetini
göze alamayıp onlar da sökün ediyor çeşmenin başından.
Tüm
bu insan sirkülasyonuna rağmen biz beş su sever nöbetteyiz ve sabırla sıranın
kendimize gelmesini bekliyoruz.
Aslında
bu beş kişiden biri olarak ben diğer dört kişi gibi değilim. Onlar tam bir su gurmesi,
burada akan suyun ileri derecede tiryakisi ve bu çeşmenin müdavimi.
Birbirleriyle olan sohbetlerinden anlıyorum bunu. Onlarınki "çeşme başı ahbaplığı".
Ben ise bir vazifeyi ifa için oradayım. Ziyaretine geldiğim ailemin -hassaten babamın-
gönlünü hoş etmek, sevdiği suyla bu sefer onu buluşturan ben olmak için burada
bulunuyorum. Yaşlıların böyle takıntıları vardır. Bakkaldan, sucudan pH değeri
en iyi olan, en meşhur ödüllü suları alıp götürseniz de hoşnut olmaz ve bir
sürü lakırdıyla “o su”yu methederler. Sizce anlamsızdır aslında. Paralı su daha
güvenilir ve sağlıklıdır. Fakat bu, ihtiyarlar nezdinde itibarsızdır, o suyun
yerini tutmaz sizin güvenilir ve ödüllü suyunuz. Ben de daha önceden tecrübe
ettiğim o olumsuz hâle düşmemek için yüksek bir şuurla görev başındayım.
Bekliyoruz…
İp gibi akan suyun, bidonun plastik tabanına düşmeye başladığı ilk andan
itibaren kap doldukça değişen tınısına tekrar be tekrar şahit oluyorum. O tını,
ilkin büyük bir hazla dinleyip sonradan ilk hazzı alamadığınız ve dinledikçe sıkıcı
olmaya başlayan bir şarkı gibi usanç veriyor zamanla.
Zaman
sonra beyaz bir Doblo duruyor yanımızda. Yaşlı değil ama orta yaşın üzerinde
ahaliden biri iniyor arabadan. Bagajın kapağını kendinden emin bir şekilde açıyor.
İki tane yirmilik damacanayı çıkarıyor. Birini sol kolunun altına alıyor,
diğerini sol eliyle tutmuş vaziyette yaklaşıyor. Selefleri gibi “Su akmıyor mu?”
diye soruyor. Cevabı beklemeksizin hızlı adımlarla ilerliyor. Suyun akıp akmadığını
kontrol için kurnaları kurcalamaya başlıyor sağ eliyle. Bir, iki ve üç. Evet üçüncüden
şırıl şırıl su geliyor. Ha ha! Bu nasıl bir şey yahu!
Bir
saate yakın bir zamandan beri su nöbetindeki bizler niçin bekliyoruz öyleyse.
Hele bizden başka “Çok sıra varmış, su da az akıyor zaten.” deyip sürüp giden nasipsiz
sekiz on kişi neden gitti. Hani diğer kurnalardan su akmıyordu, hepimiz bu cılız
kurnaya mecburduk.
Sahi
kim demişti bunu?
Biz
beş kişi hayretler içinde birbirimize saf saf bakarken altıncı adam Doblo’sundan
getirdiği önce üçüncü, dördüncü ve sonra beşinci su kabını doldurmak için şırıl
şırıl akan kurnalar buluyor. Hatta gidiyor şoför mahallindeki 0,5’lik şişeyi
alıyor, içindeki birkaç yudumluk suyu döküyor onu da taze suyla dolduruyor.
Bizi başında asker eden, nöbet tutturan ve ip gibi akan kurnamız ile ikisi üçü hariç
tüm kurnalar bu nasipli adamın emrinde şimdi. Bize yine bir şey kalmadı.
Beş
kişiden birincisine, içimizdeki en kıdemli su nöbetçisine soruyorum. Çünkü bu çeşme
başının günlük sergüzeştine en vakıf olan o. Bizden evvelkileri gördü, nöbetin
silsile halinde bize ulaşmasını sağladı ya! Ondan sebep!
_ Abi, sen ve senden öncekiler kontrol
etmediniz mi diğer kurnalardan suyun akıp akmadığını?
_ Yoo! Ben geldiğimde iki kişi vardı. Biri su
dolduruyor diğeri de onun yanında sırasını bekliyordu. Hem muhabbet
ediyorlardı. Suyu dolduran gitti. Diğeri su doldurmaya başladı onun işi de bitti.
Sıra bana geldi. Ben tektim, sonra bununla bu geldi. Sonra sen. İşte burdayız.
İşim bitiyor zaten!
Bu
ahmakça bekleyişin tek sorumlusu bu adamcağızmış gibi ben sorgulamaya ve soru
sormaya devam ediyorum.
_
Hiç mi konuşmadınız, diğer kurnalar akıyor mu, diye.
_ Valla gelince sordum, akmıyor dediler. Ben
de kontrol etmedim, diyor mahcup bir edayla.
Analizim (!) şu:
An
itibariyle su nöbetçisi olan 5 kişiden birincisi geldiğinde önünde iki kişi
vardı. O önündekilerden aldığı bilgiyi teyit etmeden kendisinden
sonrakine aktardı. O da kendisinden sonrakine, o da sonrakine ve bana… baştan
sona doğru kronoloji bu! …
Nakil
usulüyle bize gelen ve kontrol edilmeyen bilgiler sanki mutlak doğru ve tek
yolmuş gibi addedilir çoğu zaman. Halbuki küçük bir dokunuş, bir akl-ı evvelin
"belki"si başka bir doğruya götürebilir insanı, daha kolay bir çıkış
yolu olabilir çoğu zaman.
Bir
fotoğraf görmüştüm. 3-4 tonluk bir fil başından bir yularla bir sandalye
bacağına bağlanmış. Zavallı fil, olan bitenden ve potansiyelinden bihaber başının
bağlı olduğunu düşünerek o sandalyenin yanında sabit duruyor. Bu filin başı
zincirle yerin dibine doğru metrelerce çakılmış demir bir kazığa bağlıymışçasına
hareketsiz bir şekilde orada durmasının sebebi ise şu açıklamada gizli: Bu devasa
hayvanlar daha doğduklarından itibaren başlarına demir zincirler
geçirilerek ve sağlam yerlere bağlanarak terbiye ediliyor ve uzunca bir süre
başlarındaki zincirle yaşıyor. Zaman sonra zincirin yerini bir ip alsa da
ve hatta bu ip bir sandalye bacağına bağlansa da onlar başlarında zincir varmış
gibi hareket ediyor.
Hâsılı
yetişme şartları sizin prensipleriniz oluyor. Başka bir dünyanın ve tarzın
olamayacağını düşünüyorsunuz. Hâlbuki kafayı kaldırsanız size öğretilenlerin dışında
başka ihtimallerin ve başka bir dünyanın olabileceğini düşünseniz içinde
bulunduğunuz olumsuzlukları halledebilmek çok zor değil. Ey dünya ehli! Aç gözünü.
Sor, soruştur, tenkit et. Sana öğretilenlerin doğruluğunu bizahmet teyit et.