Kum
fırtınası diner. İsthar, dedesi Bab’aziz’in yüzündeki kumları temizler ve sonra
dedesinin ellerinden tutup - onun gören gözüdür- yapacağı yolculuğa eşlik
edeceğini söyleyerek ona yol arkadaşı olur. Fakat
bir süre sonra tam tersi olduğu anlaşılacaktır. Aslında Bab’aziz tutmuştur İsthar’ın
ellerinden. Onun kalp gözü olmuştur. Bu yolda İsthar’ın öğreneceği çok şey
vardır ve bu yol uzundur.
Derviş
Bab’aziz ve torunu İsthar’ın hikâyesini anlatan film; çölde-kimsenin bilmediği bir yerde-otuz yılda bir yapılan
derviş toplantısı etrafında şekilleniyor. Bu toplantıya giden Bab’aziz ve
torunu Ishtar’ın yolda karşılaştıkları durumlar, dedesinin torununa öğütleri
hikâyeyi zenginleştirmekte. Dede ve torunun koca çölde, yerini bilmedikleri bir
toplantıya katılmak üzere yola çıkmaları ilk planda izleyiciye anlamsız
gelebilir. Hatta bu durum İsthar’a da anlamsız gelmiş olacak ki dedesine
bilmedikleri bir yeri nasıl bulacaklarını sorar. Bab’aziz “İnancı olan kişi asla kaybolmaz. Barış
içinde olan kişi yolunu kaybetmez." diyerek torununa ilk öğüdünü verir.
Bir yol hikâyesi ne kadar efsunlu ve masal tadında olabilir?
Film adeta Binbir Gece Masalları’ndan alınmış... İzlediğiniz sadece bir yol
hikâyesi değil, eşsiz sufi müzikleriyle büyüleyici bir masal… Ana omurgayı Bab’aziz’in
yol boyunca yorulup üşüyen torunu İsthar'a, onu keyiflendirmek için anlattığı
hikâye oluşturuyor. Bu hikâye bir çırpıda bitirilmemiş, izleyicinin merakını
kamçılayacak şekilde filmin geneline yayılmıştır.
Filmin kurgusu ve kamera
açıları o kadar iyi ki sanki gerçek değil de bir masal erkana getirilmiş.
Özellikle geceleri dolunay varken Bab’aziz ve torununun silüetleri uçsuz
bucaksız çölde enfes bir manzara oluşturmuş. İç mekanların gizemi ve sufi havası
tam da bir masalda olması gerektiği gibi... Yeraltındaki dergahın havası,
burdaki müzik seyirciyi büyüleyecek güzellikte…
Film, bir yol hikâyesi ancak sadece bu sözle tarif etmek filme
haksızlık olur. Çölde yola düşmüş herkes aslında kendi içine bir yolculuk
gerçekleştiriyor. Karakterlerin kendi geçmişleriyle yüzleşmelerine zaman zaman tanıklık
edilmesi bunu kanıtlar nitelikte. Film baştan aşağı tasavvufi ögelerle,
simgelerle bezenmiş. İç içe girmiş kurgusu nedeniyle ancak dikkatli
izlendiğinde anlaşılabilecek incelikler barındırıyor. Filmi bir kez izlemenin tüm
detayları anlamaya yeteceğini sanmıyorum.
Mistik kurguyu besleyen anlardan biri filmin sonlarındaki mezar
kazma sahnesi. Bab’aziz burada “Benim
varmam gereken yer burası.” der torununa ve kendi mezarını arar. Bab’aziz’in
selam vermesiyle canlanan insanları gördüğünde korkan İsthar’ın “Bab’aziz, cinler!” diyerek bağırması
üzerine Bab’aziz’in “Korkma küçük İsthar,
onlar benim dostlarım!” demesi tasavvufta var olan, ölüm bir son değil dosta,
sevgiliye kavuşmanın bir yoludur, anlayışıyla örtüşür.
Beyoğlu Sinemasındaki gösterime gelen yönetmen Nacer Khemir,
filmi çekme nedenini şöyle özetlemiştir: “Bu film bir sorudan çıktı aslında. Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne
yaparsınız? Ben olmasam bile benim babam
tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor
durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye,
temizlemeye çalıştım. İslam'ın, Batı tarafından sunulan yüzünü değil
bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.” Yönetmen tasavvuf ve sufilik ile ilgili düşüncesi sorulduğunda ise şu
cümleyi kurmuştur: "Dünyadaki insan sayısı kadar, tanrıya doğru
giden yol vardır." Bu yorum
filmde Bab’aziz’e de söyletilmiştir.
Çölde karşılaştığı dervişlerle bir süre yol alan Bab’aziz daha
sonra başka yöne ilerler. Bunun üzerine "Bab’aziz ama bu yol yanlış.” diyen İsthar’a şu
karşılığı verir: “Yolu biliyor musun
küçük Melek?’’ İsthar “Ama diğerleri
diğer yoldan gidiyorlar.” der. Bab’aziz “Herkesin kendi yolu vardır İsthar. Bu büyük dünyada
herkesin tamamlaması gereken bir görev vardır. Bunu unutmadığın sürece
diğerleri çok da önemli değildir ama eğer bundan başka her şeyi hatırlıyorsan hiçbir
şey bilmiyorsun demektir."
diyerek yoluna devam eder.
Filmin
en etkileyici sahnelerinden biri de Bab’aziz ile Hasan arasında geçen
diyalogtur. Bab'aziz mezarını bulur. Orada ölüme
yatmadan önce yanına, zamanının neredeyse tamamını -dindar ikizinin aksine- meyhanede
geçiren ve hayatında bir kez dahi ibadethaneye gitmemiş olan Hasan gelir.
Bab'aziz Hasan'a “Gel Hasan, ölümüme şahit olacaksın, sonra da kumla
mezarımı örteceksin.” der. Hasan “Neden ben? Ben her zaman korkmuşumdur
ölümden.” diyerek karşılık verir. Bunun üzerine Bab'aziz “Ölümden
neden korkuyorsun? Ölüm korkunç değildir. Ölüm bir son olabilir mi hiç? Başlangıcı
ölüm olmayan bir hayatın sonu, ölüm olur mu hiç? Ana rahmindeki bir çocuğu
düşün… Ona deseler ki ‘Dışarıda mavi bir
gökyüzü, dağlar tepeler, sımsıcak bir güneş, ovalar, ağaçlar, yüce denizler,
başka başka insanlar, şehirler var; senin içinde olduğun yer bir karanlıktır.’
Doğmamış çocuk bunlara inanır mı? İnanmaz elbette! Kendi karanlığında kalmak
ister. Aynı bunun gibi bilmeyen, inanmayan insan da korkar ölümden. Benim düğün
günümde üzülme.” der. Hasan şaşkınlıkla sorar: “Düğün günü mü?” Bab'aziz cevap verir: “Düğün günü tabii ki. Sevdiğime kavuşacağım gün bugün.” Anlatılmasından çok gösterilmesi zor olan tasavvufu,
sufiliği hem anlatmayı hem göstermeyi başarmış olan Nacer Khemir’in önünde saygıyla
eğilmek gerekiyor. Derdini dünyaya belki anlatamasa da-film dağıtımcıları
vs'den dolayı-bana anlatabildiği, benim hayatımda yeni kapılar açabildiği için ona
çok minnettarım.
Dervişlerin
toplantısına ulaşmak için herkes kendi yolunu, kendi amacını, kendi armağanını
kullanır… Çöllerden geçer, farklı rotalar izler… Zaman zaman kesişse de yollar,
herkes kendi yolundan gitmelidir ve filmin ilk cümlesi sürekli hatırlanır: "Dünyadaki ruhlar kadar Tanrı'ya giden yol
vardır."
Kumları
temizleme sahnesi, yönetmenin bu filmi yapmaktaki amacını gösteren bir
metafordur. Yüzü gözü kum olduğu için göremeyeceği, yolunu bulamayacağı
düşünülen yolcunun hakikatini bunu anlayamayanlara anlatmak… İsthar’ın bakışı,
aslında yönetmenin bakışıdır. Onu anlamak, kalp gözüyle görmek, görebildiğini
de aktarmak ister fakat yolları bir yere kadar aynıdır. Biri anlayandır, diğeri
aktaran… İsthar’ın yolculuğu da bir noktadan sonra ayrılır Bab’aziz’den.
Aradıkları farklıdır, gördükleri farklı, hissettikleri farklı… İsthar, dedesinin
anlattığı hikâyeleri seven, ona sorular soran ve onu anlamaya çalışan meraklı,
küçük bir çocuktur. Bu yüzden film hikâyelere, masallara ve kelimelere dayanır.
Altı
hikâye vardır filmin içinde. İlk hikâye prensin hikâyesidir. Prens bir eğlence
sırasında çadırın dışına çıkar ve gözleri oradaki bir yavru ceylana takılır. Atıyla
peşine düşer ve ortadan kaybolur. Prens bulunduğunda bir suyun kenarında kendi
suretini izlemektedir. Adamları kendi aralarında konuşmaya başlar. “Sence suyun dibindeki tezahürünü mü
seyrediyor?” der Prensin mabeyncisi. “Belki de gördüğü tezahürü değildir. Çünkü sadece âşık
olmayan, kendi tezahürünü görür orada.” der derviş. “Öyleyse ne görüyor?” der
mabeynci. “O şimdi kendi
canını seyretmekte.” diye karşılık verir derviş. Sonra yaşlı derviş
hariç herkes yavaş yavaş prensi terk eder fakat dervişten geride sadece hırkası ve asası
kalmıştır. Manevi dünya için maddi dünyadan vazgeçen prens, dervişin
kıyafetlerini giyerek kaybettiğini aramaya başlar. Prens aslında Bab’aziz’in
gençliğidir. Bir ceylanı takiple başlayan süreçte maddi aleme kapanıp manevi
aleme açılan gözlerin sahibi bir yolcudur o. Bab’aziz İsthar’a, biz birbirimizi
uzun zamandır tanıyoruz, derken gerçekte prens hikâyesinin kendi hikâyesi olduğunu
açıklamış olur izleyiciye.
İkinci
hikâye Osman’ın hikâyesidir. Osman, baba mesleği olan kum taşıyıcılığı
yapmaktadır. Babasının ölümünden sonra bu işi bırakıp kumsuz bir ülkeye gitmek
ister ve bunun için de para biriktirmeye başlar. Ayrılmadan önce, en iyi
müşterisi olan kâtibin mektubunu götürmesi gerekir. Yasak aşkın ulağıdır
aslında. Kadına mektubu okurken aynı zamanda bu aşktan zevk aldığı da yüzüne
yansır. Mektubu okuduğu sırada kadının kocası gelir. Kaçarken kuyuya düşer ve böylece
farklı bir âleme geçiş yapar. Bir saraydadır Osman artık. Sarayda Zehra’yı
görür, ona âşık olur. Zehra onu çölde yanan bir ateşe bakmaya gönderir. Orada yanan
bir palmiye görür, başka hiçbir şey göremez. Ateşi arar durur ama bir de bakar
ki ne Zehra kalmıştır, ne saray… Osman artık bir damla suyun peşindedir… Bab’aziz
onu nehre davet eder. Ancak filmin sonunda Osman’ın akıbetine değinilmez. Seyirci
onun bir damla suyun peşinde mi nehirde mi olduğunu öğrenememiştir.
Üçüncü
hikâye Zeyd ile Nur ‘un hikâyesidir. Uluslararası ilâhi söyleme yarışmasına
katılan Zeyd, birinci olur ve yarışmacılar tarafından muhabbet meclisine davet
edilir. Meclisin başında bir genç kız-Nur- vardır ve şiirleri dinlemektedir.
Nur’la o geceyi birlikte geçirirler çünkü Zeyd’in okuduğu şiir, Nur’un
kaybettiği babasının şiiridir ve bu, bir yakınlaşma vesilesi olmuştur. Bunu
babasından işaret olarak algılayan Nur, sabah saçlarını keser, babasını bulmak
için kedisini de bırakıp Zeyd’i terk eder. Zeyd de onu bulmak için yollara
düşer. Zeyd’in aşkı, bir insana duyulan aşktır; Bab’aziz bunu, herkesin yerine
getirmesi gereken bir görev vardır diye açıklar. Çünkü herkesin payına düşen
aşk, ilâhi aşk değildir. Herkes dünya çölünde kaybettiğini arar ama herkesin
kaybettiği farklı farklıdır. Pervane olmak herkesin payına düşmez.
Dördüncü
hikâye camiden çıkmayan Hüseyin ile meyhaneden çıkmayan ikizi Hasan’ın hikâyesidir.
Hüseyin, ölmeden evvel ölmeyi tercih edenlerdendir ve kızıl saçlı bir dervişin
yardımıyla ölür. Neden ölmeyi tercih ettiğini anlamak için görüntü kadar arka
plandaki müziğe ve içinde geçen dizelere de dikkat etmelidir izleyici:
….
‘’Zaman
neşelidir
Biz ikimiz
vuslata erince
Sen ve ben
İki ayrı
suretiz
Fakat tek
bir can
Sen ve ben
Sen ve
benden kayıtsız
Aynı
neşenin sevinci…”
….
Hasan, kardeşini öldüren kızıl saçlı
dervişi aramak için çöllere düşer. Çölde kendinden geçmiş ve çırılçıplak derdin,
kederin, intikam ateşinin içinde kaybolup hayatından vazgeçmişken intikam almak
istediği derviş tarafından kurtarılır ve bu ölümün kardeşinin tercihi olduğunu
öğrenir. Aslında burada Hasan ve Hüseyin, ruh ve nefis gibidir. Ruhun
yokluğunda nefsin payına düşenin ölüm korkusu ve çaresizlik olduğu, nefsin dünya
çölünde yapayalnız ve kaybolmuş bir şekilde amaçsız dolaştığı anlatılır. Biri
olmadan diğerinin neşeden yoksun kaldığı ve kaybettiğini bulamadan o neşeye bir
daha asla sahip olamayacağı vurgulanır.
Beşinci
hikâye Kızıl Saçlı Derviş’in hikâyesidir. Bu derviş filmde semâ ederken
kendinden geçen, kendini mecnun gibi aşka adayan, “Canınla süpür cananının eşiğini,
ancak o zaman gerçek âşık olursun.” diyerek canından canan
için vazgeçen biri olarak yansıtılır beyazperdeye. Pervanedir aslında bir nevî
aşkla yanan… Filmin içinde ama dışındadır, filmden bağımsızdır aynı zamanda.
Her yerdedir ama hiçbir yerdedir. Varlığı, bir hikâyeye dayanmaz diğer
kahramanlar gibi… Bir hâlin aktarımıdır o, âşıklığı temsil eder.
Altıncı
hikâye filmin ana karakterleri Bab’aziz ile İsthar’ın hikâyesidir. Tüm bu hikâyelerin
merkezinde duran, onlarla yolları kesişse de farklı bir yoldan yoluna devam
ederek kendi yolculuğunu yapan kör derviş Bab’aziz, torunu İsthar’la
dervişlerin toplantısına katılmak için yolculuk yapar. Aslında o, hayatının en
önemli üç anına yolculuk etmektedir: Düğününe, doğumuna, kavuşmaya. Yeni bir
hayata doğmak için kabrini aramaya çıkan derviştir o. Kaybettiğini bulma anıdır
ölüm. Tam bu ana geldiğinde Hasan’ı çağırır yanına. Henüz hamdır Hasan… Ölümden
korkan, hayata anlam verememiş… Bab’aziz’in hikâyesinin bitmesiyle Hasan’ın
hikâyesi başlar filmde. Hasan dedesinin kıyafetlerini giyip asasını eline
alarak kaybettiğini aramaya yollara düşer. Dervişlik bir elden diğerine geçer.
Bu
dünyanın insanları bir mumun alevi önündeki üç
pervane gibidir… Birincisi yaklaştı “Ben aşkı biliyorum.” dedi. Bu, Osman’dır. İkincisi kanatlarıyla azıcık aleve dokundu “Ben aşk ateşinin nasıl yaktığını
biliyorum.” dedi. Bu, Zeyd’dir. Üçüncüsü kendisini alevin kalbine attı ve alev tarafından tüketildi. Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bildi. Bu, Kızıl Saçlı Derviş, Bab’aziz ve prenstir.
Filmde
görüntüler kadar müzikler, kostümler, şiirler, hikâyeler de önemlidir. Bir
bütün oluşturdukları zaman anlattıkları şekillenir izleyicinin zihninde.
Aslında film o kadar zor bir konuyu anlatmıştır ki bunu başarabilmek için de
Doğu’nun mesnevisinden, ezgisinden, şiirinden, kelimesinden, geleneğinden,
sanatından, kültüründen yararlanmaya çalışmıştır. Bu yüzden sadelikten oldukça uzaktır.
Etkileyici
sahnelerden biri de semazene eşlik eden müthiş sesli o güzelliğin ancak bir çocuğun
masumiyetine açılmasıdır. Bir çocuğun merakı, masumiyetinin -herkese açılmayan-
ulaştığı güzellik… Bu da bir metaforsa söylemek istediği şudur: ‘’Gizli olanın
örtüsünün çok az bir kısmının kaldırıldığı bu film ancak onun gözüyle
bakıldığında/izlendiğinde güzel’i gösterebilir.’’
2005’te çekimleri bitip 2008 yılına kadar farklı ülkelerdeki sinemalarda
vizyona giren, tüm dünyada sadece 263,447 $ hasılat geliri elde eden, belki masrafını
bile karşılayamamış “Bab’aziz”
filminin çekimleri çöllerin zerafetini öne çıkarmış, görsellere eşlik eden
müzikle izleyiciyi alıp götürmüş, büyülemiştir. Gözle değil ruhla izlenen,
gözlerden yaş getirip ruhu damıtan filmlerden biri...