Ben de vardım.
İlk sesi yakaza
hâlinde, yatağında sağa sola dönerken duydu. Yastığından anlamsız sesler
geliyordu.
Pa pa pa pa pa
pam pam pa paaaaaa paaaaaam pa pa…
Aldırmadı. Uyku
ile uyanıklık arasında duymuştu. Tekrar derin bir uykuya daldı. Uyandığında ne
sesi ne de rüyalarını hatırladı. Her zaman yaptığı gibi penceresini açtı. Gökyüzüne
bakarak içine derin bir nefes çekti.
Fıııııııııuuuuuuuuuuu
fııııııııııııuuuuuuuf
fuuuuuuuuuuıııııııııv…
Islığa benzeyen
uğultuyu duyunca, sabahın köründe duyduğu sesi hatırladı. “Tövbe, tövbe! Ne
oluyor böyle?” diye söylendi. Annesinin,
“Kahvaltı hazır. Hadi sofraya,” diye çağırması üzerine odasından çıktı. Oflaya
puflaya banyoya gidip yüzünü yıkadı. “Her sabah niye o sofraya oturmak
zorundayım ki…”
Babası çayını
yudumlarken yarı alaylı bir ses tonuyla, “Merak ediyorum ne zaman uyanacaksın?”
diye sordu. “Ne uyuması!” diye diklenecek oldu ama çay kaşığından gelen sesle
irkildi.
Şişt şişt şişt şi
şi şişşşşt şiiittttttşişit şiiiiiiiiiştttt…
“Siz de duydunuz
mu o sesi?” diye sordu ama bir cevap alamadı. Anne ve babasının –ailesinin- yüzüne
kendi yaşadığı şaşkınlığı görmek isteyerek baktı. Hiçbir tepki yoktu. Keyifle yemeğe
devam ediyorlardı. Ablası, yüzüne ters ters bakarak, “Ne demeye çay kaşığını
masaya vuruyorsun!” diye bağırdı. Kardeşi de lafa atladı hemen, “Sanki bilmiyor
musun abla onun ne kadar düşüncesiz olduğunu. Az önce banyonun kapısını nasıl
çarptı.” Babası durur mu, o da karıştı söze, “Evde kendisinden başka yaşayan
yok ya! Saygısız işte.”
Sinirle kalktı
yerinden. Sandalyesini hırsla çekti. Tekme atmamak için kendini zor tuttu.
Annesinin hüzünlü bakışlarını görmek de canını iyice sıktı. “Tek bir cümle
söylesen anne. O zaman beni gerçekten sevdiğine inanırdım belki,” diye düşündü.
“Çıkıyorum, aman keyfiniz kaçmasın.” dedi ve on dakika içinde giyinip çıktı. Çıkarken
her sabah yaptığı gibi halısının üzerinde yaşayan taçlı prensese, “Seni
seviyorum. Gelene kadar beni özle.” dememişti. Ailesi, hırsla yere bıraktığı
ayakkabılarının sesini, arabasının kapısını hoyratça çarpmasını, içlerinden
söylenerek dinlediler. Birisi bir kelime etse hepsinin keyfi iyice kaçacaktı.
Duymamış gibi yapmak daha iyiydi. Havadan sudan konuşarak kahvaltılarını etmeye
devam ettiler.
Lilalili
liiiiippppiii layyyyyyyylili
leeeeeeeeeeeeeeiiiiiioooooooo…
Baaaaaaanbaaamm b
aba bammm b aba bammmmm…
Yolda, sanki
arkasında fısıltıyla konuşan birileri varmış gibiydi. Arabasından kendini nasıl
dışarı attığını bilemedi. Cesaretini zor da olsa toplayıp geri döndü. ‘Ödleğin,
aptalın biri olduğumu söyleyenler haklı galiba.’ İçinden ağır bir küfür etti,
hem kendine hem de herkese. Beynini kemirmeye çalışıyorlar sanki. Müziğin
sesini sonuna kadar açtı, fakat olmuyordu. Sesleri bastıramıyordu.
İşyerine az bir
mesafe kala, ne müziğe ne de duyduğu seslere tahammülü kaldı. Arabasını uygun
bir yer bulup bıraktıktan sonra bir çocuk parkına kendini zor attı. Nefesini
toplaması da uzun sürmüştü. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki kriz geçiriyorum
zannıyla panikledi. Sakinleşene kadar hiç kimseden utanmadan çimenlerin üzerine
sere serpe uzanmayı düşündü fakat toprak ıslaktı. Vazgeçti. Oturduğu banktan da
ses gelecek diye tedirginlikle bekledi. Hiçbir ses duymayınca sevindi.
Bir anda etrafını
saran güvercinlere simitleri ufalayarak verdi. Az önce, simitçiden beş tane
simit almıştı. En sevdiği hayvanlar güvercinlerdi. Ne zaman bir sahil kenarına
gitse ya da böyle parklarda otursa onları başına toplamak için beslerdi.
“Güzellikler, canlar, melekler…” Sevgisini nasıl ifade edeceğini bilemez oradan
buradan duyduğu sevgi dolu sözcükleri söylerdi. Bir insan bir başka insanı veya
başka bir varlığı nasıl sever bilmiyordu. Sadece kendi odasını, eşyalarını en çok
da halısını seviyordu. Biraz da annesini. Hüznünü dağıtmak ister gibi saçlarını
karıştırdı. “Keşke, annemle de kuşlara birlikte yem verebilsek. Hem
güvercinlerle hem de annemle dertleşebilsem.”
Gece yarısı olmuş,
insanlar sokaklardan geçip evlerine dönmüşlerdi. O gün işyerine gitmemiş bir
sürü bahane sıralayarak zor da olsa izin alabilmişti. Sonrasında da nereye olsa
savrulan bir yaprak gibi dolaşıp durmuştu. Bilmediği mahallelerde daha önce
görmediği evler arasında ne aradığını ne beklediğini düşünemeden ayaklarına
kara sular inene dek yürümüştü. Artık o gürültülü kalabalıklardan duyulan her
türlü ses susmuştu. Fakat bütün gün duyduğu garip sesler hâlâ peşindeydi.
Yanından geçerken ıslık çalan ışıklı reklam tabelası, simit yerken dik dik
yüzüne bakan kedinin miyavlamak yerine çıkardığı ses;
Miii miiii
miiiiiiiii yuuuuhiiiiiiiii miiiiiiii mmmmiiiii
İsterse sabahlara
kadar dolaşsın sonunda anladı ki bu garip seslerden kurtuluşu yoktu. Üstelik
bütün vücudu ağrımaya başlamıştı. Gün içinde hiçbir şey yemediğini fark etti. Acıkmış
ve üşümüştü. Biliyordu, eve dönmese kendisini merak eden olmazdı. “Kim bilir
hangi cehennemde derlerdi.” Belki annem merak etmiştir diye cep telefonuna
baktı. Tam da düşündüğü gibi ne mesaj ne de arama vardı. Yalnızca annesinin saatler
önce, “Eve gelmiyor musun?” diye whatsapptan yazdığı tek cümle… Sonrası yok.
Saat ikiye
geliyordu eve geldiğinde. Anahtarın kilidin içinde dönerken çıkardığı sesle
tedirgin oldu. Ayaklarının ucuna basarak
içeri girdi. Ev, kuyu gibi karanlık ve ıssızdı. Mutfaktan -kalan yemekleri bir
bütün ekmeğin içine doldurduktan sonra- bir hırsız gibi süzülerek çıktı. Odasına
girdiğinde kendini yatağının üzerine bıraktı. Gelen, giden, seslenen yoktu.
Sandviçini yemek için kalktı. Bardağına su doldururken sürahi:
Ta ta tatata
tiiiirrtrt tatatatatata taaaaaaaaaaa…
O tiz sesi duymamış
gibi yaptı, tepki vermedi. Pes etmişti sonunda. Her zaman yaptığını yapacak, kimseye
bir şey söylemeyecekti. Daha önce o hatayı işlemişti. Ona oda verdikleri zaman
annesi yeni bir halı sermişti. “Ablandan kalan halı olmaz,” diyerek. Çok
şaşırmıştı. İlk defa kendisine yeni bir şey alınmıştı. “Çiçekli nevresimlerini
de alsaydı ya ablam.” dediğinde ise, “Ne o karizman mı çizilir?” diyerek gülmüşlerdi.
Fazla üstünde durmadı, çünkü yeni halısı daha çok ilgisini çekmişti. O gece
uykusu gelmeyince yere kocaman bir minder atıp televizyon seyretmek için
uzandı. “Ne güzel desenleri varmış.” diye düşünerek halının yumuşacık tüylerinin
arasında gözleriyle gezinmeye başladı. O geceden sonra da canı hiç sıkılmadı.
Halısının
üzerinde gördüklerini -yani dostlarını- bir akşam sofrada ailesine anlatmaya
kalkmıştı. Gecenin sonunda neredeyse Bakırköy’e yatırılacaktı. Allah’tan
zamanında sözlerinden dönmüş ve şaka yaptım demişti. Babası,” Abinin
uzmanlığını almasını kıskandın değil mi? Burnumuzdan getirmek için bunları
uyduruyorsun. Sırf biz rahatsız olalım diye.” Annesi de, “O koskoca doktor
oldu. Sen liseden mezun olamadın. Canımızı sıktın yine aferin sana.” diye azarlamıştı
onu. Hepsinin yüzünde davetsiz bir misafire, istenmeyen herhangi birine bakar
gibi bir ifade vardı. Babası elini, kalk artık sofradan demek olan bir
hareketle ileriye doğru uzatmış. “Odana git hemen! Cezalısın. Bizimle pasta
yemek yasak sana.” demişti. Ablası durumdan hoşlanmadığını anlatan sinirli
hareketlerle saçlarını çekip duruyordu. Daha fazla bekleyememiş başka hiç
kimsenin yüzüne bakmadan salondan çıkmıştı.
Haklıydılar. Güle
konuşa yemek yerken ne demeye araya girmişti ki. Onlar mutlu ve kalabalık bir
aileydi. Evin dördüncü çocuğuydu. Belki de bu yüzden onu fark eden pek olmuyordu.
Kendi kendine büyümüştü sanki. Yemeği yedirilmiş, bakımı yapılmıştı ama ne
annesinin ne iki ablasının kucağında bebekken yer bulabilmişti. Hepsinin hep çok
işi vardı. İlgilenilmeden, özenilmeden büyümüştü işte. “Daha ne istiyorsun?”
diyorlardı ona. Yediği mi eksikti, giydiği mi? Kendisinden sonra iki kardeşi
daha olmuştu. Onlarda ne bir şikâyet ne de huzursuzluk vardı. “Bu evdeki tek
ayrık otu benim galiba.” dedi içinden.
Bu gece tek
istediği odasına gitmek, karnını doyurmak ve halısındaki arkadaşlarıyla
dertleşmekti. İlk olarak televizyonu açtı. Gece lambasını yakıp iştahla
sandviçini yedi. Işığı açmak istememişti. Kardeşlerinden birinin uyumadığını anlayıp
odasına gelmesini istemiyordu. Küçük kardeşi çok yapışkan ve geveze bir
çocuktu. “Hiç çekemem şimdi onu.”
Olabildiği kadar
sessiz hareket ediyordu. Odasında yalnız kalabildiği zamanlar rahat ediyordu.
Kendisine ait bu odayı ele geçirmesi de kolay olmamıştı. O pek kıymetli abisine,
birlikte paylaştıkları odayı dar etmiş, yapmadığı pislik kalmamıştı. Kutu
içinde kurbağa bile sokmuştu içeri. En sonunda, abilerinin geleceği konusunda
endişelenen iki ablası, aynı odada kalmaya razı olmuşlardı. Böylece küçük
ablasının odasına yerleştirilmişti. Şimdi bunları hatırlayınca keyfi yerine
gelmişti. Yüzüne sinsi bir gülümseme yayıldı. Fakat gülüşünün dudaklarında
donması saniyeler içinde oldu. Halısı yoktu. Yanlış görmüş olmalıydı. Yetersiz
ışık yüzünden olduğunu düşünüp ışıkları açtı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Tam
da gördüğü gibiydi. Yıllardır odasında serili olan; sevdiği kadını, dertleştiği
o köpeğinin başını okşayan yaşlı adamı, bir köşede sohbet eden kayıkçıları,
süslü bir aynanın önünde saçlarını tarayan o neşeli kadını ve tüm dostlarını
üzerinde yaşatan halısı yoktu. Onun yerine laciverte yakın koyu mavi bir halı
vardı. Ne yapacağını bilemedi. Bağırsa
mı sussa mı bilemedi. O sırada halının sesini duydu.
Vuuuuuv
vuuuuuuuuuuuuuuuu vuuvuvu vuuuuuuuuuuuuuu…
Bu sefer
direnmedi artık. O sesten kurtulmaya çalışmadı. Mavi halının köşesine bağdaş
kurarak oturdu. Bir daha göremeyeceği arkadaşlarının ardından ağladı. Kafasını bacaklarının
arasına gömüp iki büklüm öylece kaldı. Ne kadar zaman geçtiğini anlamadı.
Başını kaldırdığında sabah oluyordu. Uyuyup uyumadığına da karar veremedi.
Gözleri yanıyordu, kafası bomboştu sanki. Yeni bir ses daha duydu. İlk defa
anlamı olan bir kelime;
Geeeeeeeeellllllllllllllllllllll
geeeeeeeeeeellllllllllllllllllllll gel…
Halının maviliğinde, hırçın dalgalar arasından
bulunduğu yere doğru gelen devasa büyüklükte bir gemi gördü. İtiraz etmeye hiç
niyeti yoktu. “Gel.” diyorlardı madem o da elbette gidecekti. Dolabına
gizlediği, her şeyini yazdığı defterlerini aldı yanına. Başka bir şeye
gereksinim duymayacaktı, biliyordu. Şöyle bir göz gezdirdi geride
bırakacaklarına. Hiçbir üzüntüsü yoktu. Prensesini bile bu kadar çabuk
unuttuğuna şaşarak ama mutlu bir halde kendisini almaya gelen gemiye bindi.